1 Şubat 2023 Çarşamba

Bir Klasik Eser : Balzac- Goriot Baba

 
    

        Goriot Baba eskiden beri okumak istediğim bir kitaptı. Daha evvel Balzac'ın " Otuzunda Kadın" ve "Vadideki Zambak" kitaplarını okuyup çok beğenmiştim. Klasik türde eserleri çok ayrı bir yere koyarım ve elimden geldiğince onlara özel bir zaman ayırırım. Çok seveceğinizi hissettiğiniz, merak ettiğiniz bir filmin hiçbir saniyesini kaçırmak istemezsiniz, tüm dikkatinizi ona verirsiniz ya izlerken; heh klasik kitapları da bu ciddiyet ve özenle okumaya gayret ederim. 

        Şimdi ben kitabın içeriğinden çok, okurken bana ne hissettirdiğine değinmek istiyorum. Tasvir seven, insan ve yer tahlillerinden keyif alan insanlar eminim ki bayılacaktır bu kitaba. Çünkü betimlemeler ve tahlillerin oldukça yoğun ve başarılı bir şekilde ele alındığı bir kitap bu. Dolayısıyla sakin, odaklanabileceğiniz bir yerde kitabı okumanızı tavsiye ederim. Küçük bir bebişim olduğundan, bu özel zamanları kendime ayırmak için uğraşmam gerekti diyebilirim :)) 

         Kitabı okurken sorguladığım şey bence Balzac'ın da üzerinde kafa yorarak ele aldığı bir konuydu: Aşırılık gibi. Goriot Baba'nın kızlarına karşı olan aşırı aşırı vericiliği, fedakarlığı... Kızlarının maddiyat ve şaşaalı yaşama aşırı bağlılığı... Kitabın geneli boyunca bu aşırılık beni yordu diyebilirim. Fransa'nın o zamanki silüeti, insan portreleri; ilişkilerdeki çarpıklıklar... Nasıl gerçekçi bir anlatım! Goriot Baba için "Balzac'ın İnsanlık güldürüsü" Demişti lisedeki edebiyat hocam. O nasıl bir karakterleri ince ince işlemektir üstadım dedim bazı yerlerde. Balzac'ın önünde bir kez daha şapka çıkardım. (Ayy bi de bazı yerlerde aklıma "Yaprak Dökümü" dizisinin Ali Rıza Bey'i geldi. Balzac nasıl tasvir ederse etsin Goriot Baba ile Ali Rıza Bey arasında bir bağ kuracak artık bu zihnim. Bu arada Ali Rıza Bey'i nasıl sevemediysem Goriot Baba ile de tüm hüznüne rağmen bağ kuramadım. ) 

        Karakterlere karşı derin bir sempati besleyemesem de kitabı sevdim. Kitap bittiğinde üstümde garip bir ağırlık hissettim. Bazı kavramlar, tasvirler gün içerisinde halen zihnimi meşgul ediyordu. İşte klasik kitapların büyüsü de biraz burada bence! Öyle tasvirler, tahliller yapıyor ki yazar, yüzyıllar sonra bile insanları etkiliyor, düşündürüyor. Sözlerime kitaptaki beğendiğim bir sözle son vermek isterim.
 
"Kurumuş yürekler görmek mi daha ürkütücüdür, 
Boşalmış kafatasları görmek mi, 
Kim karar verebilir? "

28 Ocak 2023 Cumartesi

Ev

    

      "Babam ve Oğlum" da bir replik vardır: "Ona bir oda ver baba, gidecek hiçbir yeri yok. bir evi olsun, istediğinde çıkıp gidebileceği, geri dönebileceği... " Böyle bir şeydi. "Ev"in anlamını sorduklarında bu repliğin verdiği hissiyatı anlatmak isterdim sanırım. 

        Ne zaman annemleri ziyaret etmek için memlekete gelsem garip hissiyatlar, yeni anlayışlar, değişimlerle karşılaşıyorum. Tabi bazı şeyler de inadına değişmiyor, o değişmeyen tanıdıklığa sarılırken kendi çocukluğumu, gençliğimi de kucaklıyorum.  

     Bu sefer evimin neşesini de getirdim buraya, bebişimi. Annemin babamın nene-dede oluşlarına şahitlik etmek çok güzel bir duygu. Babamın bebeğimle bir çocuk gibi oyunlar oynaması, dışarıdayken bile özlediği için görüntülü arayıp torununun gülüşünü görmek isteyişi çok tatlış geliyor. Babam bebeğime böyle güzel yaklaştıkça sanki benim çocukluğumdaki bazı yaralarımı da okşuyor.


      Annemin vericiliğine, anaçlığına, Miray'ı severkenki hassasiyetine bakıyorum. Miray ağladığında bir an evvel sakinleştirmek isterkenki o çaresiz panik havasına şahitlik ediyorum. Öyle ya, 18'inde evlenip 19'unda ilk bebeğini kucağına almış annem. Daha 25'ine gelmeden üç çocuğu, kocasının ailesi tarafından kabul görmeyişinin verdiği yük, bu desteksizlikle ne yapacağını bilememenin çaresizliği varmış.

       Sonra babamın anne babasına yani nenemle dedeme bakıyorum. Dedem çok hasta ve bu sefer daha da küçülmüş daha muhtaç buluyorum onu. Yüksek tansiyon hastası ve artık çoğu şeyi unutuyor yaşlılıktan. Ama beni ve kucağımda Miray'ı birlikte görünceki gülüşü aynı çocukluğumda hatırladığımdaki gibi. Sanki kucağımdaki bebeğe rağmen desem ki: " Dedem ya, salıncak kursana bana bitane sallansam. " diye, O gözlerindeki sıcaklığın kaynağı neyse oradan güç alacak, gençleşiverip o salıncağı bana kuracak. Kızkardeşimin çadırını da yapacak hemen yanıbaşına.


       Öyle ya, onun kurduğu salıncakta az sallanmadım. Düşününce ne güzel bir çocukluk... O salıncakta sallanırken gökyüzüne değmeğe çalışırdım. Tepedeki en güzel ağacı salıncak için seçerdi dedem çünkü. Alabildiğine gökyüzü manzarası yani. O manzarada geleceği düşünür hayal kurardım. Annemi bir türlü kabullenmeyen insanların bizleri bu kadar düşünüp sahiplenmesi ne garipti! Hâlâ da garip! Bir gökyüzü manzarası nelerin şahidi...


       Uzaklaşmak iyi gelmiş diyorum bazen, uzakta olunca bazı konuları insan daha farklı ele alabiliyor. Nitekim ben de çok düşündüm o süreçte. Kendi içimde kabullenişler, helalleşmeler, yüzleşmeler yaşadım. Sonra gündelik koşuşturmacalara kendimi kaptırdım. Ama her eve gelişimde yeniden başlıyor gibi hissediyorum. Yeniden başlayıp farklı ele alıyorum. Sanki ben her eve gelişimde kendimi yeniden yeniden doğuruyorum.

9 Ocak 2023 Pazartesi

Öfke'me Övgü

     
         Her ailede "dik başlı, inat, deli" Diye tabir edilen bir birey vardır. Bizim ailede o kişi bendim. Yani bir türlü de anlam veremezdim. "Niye bana böyle söylüyorlar ki ? " Diye düşünürdüm. Ağabeyime ya da babama baktığımda hatta anneme e onlar bana göre daha sinirli yapıda insanlardı, ben okulda öğretmenlerim tarafından olsun, arkadaş çevrem tarafından filan hep "Sakin, neşeli" Diye tabir edilen bir insandım. Bak lisenin son günü gömleğe imza attırma geleneği vardı, benim gömlek halen durur. Oraya bile yazmışlar yani. ( Anlattığımı inanılır kılmak için verdiğim örnekler :)) 
       İnsanın kendine dair keşfi bitmez ama kendini tanıma evresi diye bir evre de vardır; heh işte, o evreye kadar kendisini tanımlarken çevresinin dediklerinden de çok etkilenir. Ben de uzun süre kendimi öfkeli biri olarak gördüm. E öfke bizim gibi kültürlerde kadına yakıştırılan bir özellik değildir ya, erkekler vara yoğa sinirlense yeridir. Yakıştırılır bile hatta.  Bir kadın olarak bana öfkeli olduğum söylendiğinde ben de haliyle kendime :" Ben sorunlu biri miyim ki yaa? " Diye sorardım önceleri. Hatta sonra psikolojik danışman oldum ve bu sefer üstüme  büyük bir baskı daha eklendi: " Nasıl bir psikolojik danışmansın sen öyle? " Denmeye başlandı. Haliyle ben kendimi o açıdan da sorgulamaya başladım. 
       Sonra sonra taşlar yerine oturmaya başladı ve rahatladım. Peki neydi öğrendiklerim? 
       Öncelikle öfke normal, insani bir duygu.  Duyguları olumlu olumsuz diye ayırmak ne kadar yanlışsa, öfkeyi de olumsuz duygular kategorisine koyup dışlamak o kadar yanlış. Her duygu gibi, öfkenin de bir işlevi var yaşamımızda. Bize bir şey anlatıyor. "Bak benim kişisel alanıma çok giriliyor şu an, kızıyorum. " Diyor bazen. Ya da bazen alttaki başka bir duygunun görünen yüzü olabiliyor. Beklentilerimiz karşılanmadığında ve hayal kırıklığı yaşadığımızda, sevdiğimiz kişi için endişelendiğimizde karşıya geçen duygu "öfke" Olabiliyor. 
         Fiziksel belirtileri de kişiden kişiye değişiklik gösterse de vücut ısısının artması, avuç içlerinin terlemesi, kasların gerilmesi vb. Gibi belirtiler oluyor ki ben çok öfkeliyken gözlerim dolar mesela ve sesim titrer konuşurken. Öfkeli yanımı kabul etmediğim zamanlarda daha sık yaşardım bunu ve nefret ederdim böyle görünmekten :) 
         Demem o ki,  senin öfkeni bedeninde nasıl yaşadığını fark etmen çok değerli. Ya da öfkeni fark edip sana verdiği mesajı keşfetmen... 
       Çok öfkeliyken bu saydıklarımı yapmak pek mümkün değil. O yüzden o an için konuşmak ya da bir şey yapmak zorunda olmadığını bilerek çık o ortamdan. Git bi nefes al. Başka şeyler düşün. Bazen beni çok öfkelendiren bir mesele, bir süre sonra o kadar da önemli bir mesele olmaktan çıkıveriyor. Olayın sıcaklığı bi geçsin. Bir de sular durulunca bak manzaraya. Ne görüyorsun? 
       Öfkemi fark ettim ve bana verdiği mesajı da keşfettim, peki ya sonra? Sonrası öfkenin sana verdiği mesaja göre hareket etmek olacak. Sevdiğin kişi senin kişisel alanına fazla mı müdahale etti? Keşfin buysa, bunu sevdiğinin de algılayacağı ve kabul edeceği sınırlar içerisinde ona nasıl ifade ederdin?  "Küstüm, oynamıyorum" demek, trip atıp karşı tarafın anlamasını beklemek de bir seçenek. Ama işlevsel seçenekler değil, yetişkince bir davranış da değil. Hem kendi duygunu karşı tarafın anlamasını beklemek bana biraz şey gibi geliyor, sanki kendini pasif bir konuma koymuşsun, karşı tarafa da gereğinden fazla yük yüklemişsin gibi geliyor. Herkes kendi duygusundan sorumlu ise, öfkeni de sahiplen ve sen anlat karşındakine. Ne bekliyorsun? Neyi istedin de olmadı? Peki bundan sonrası için neyin olması seni mutlu eder? 
         Zaten bu aşamalardan sonra karşındakinin tavrı da aradaki ilişkinin seyrini ve şeklini şekillendiriyor. Bak bakalım, nasıl gidiyor? 
        Beni soracak olursan, ben aslında durduk yerde sinirlenen, öfkeli bir tip olmadığımı zaten biliyordum. Ama öfkeli yanımın hayatımda bana verdiği işlevselliğe de şükran duymaya başladım. Kolay kolay öfkelenmeyen bir insanım. Çünkü kendimi karşımdaki kişiye ifade etme noktasında açık bir insan olduğumu düşünüyorum. Şeffafımdır yani, söylerim güzelce. Ama baktım ki alanıma fazlaca giriliyor ya da ortada adaletsiz bi durum var o zaman karşımdaki kişi kim olursa olsun sınır çizme noktasında öfkem beni cesur kılıyor diyebilirim. 
       İstiyorum ki, sen de bi bak bakalım öfke konusunda ne düşünüyorsun? Öfkeyi yaşama şeklin nasıl? Hayatındaki işlevselliği ne? 
P. S. : Kız kardeşim bana bi video attı bu akşam ve : " Öfkelenince sen. " Yazmış :)) Bu yazı da oradan çıktı. Videoyu hemen şuraya iliştiriyorum: 

30 Aralık 2022 Cuma

İç Dökme Seansı: Ayakta Kalma Rehberim

        Son zamanlarda nasıl yorgunum nasıl, anlatamam. Sabahın kör saatinde (Evet bu saat düzenlemesi yapmayanları anlayamıyorum, anlamak da istemiyorum!) kendimi yataktan kazıyarak kalkıyorum. Burhan Altıntop'un bir repliği vardı: " Kendimi iyi hissetmiyorum. Kendime gelemiyorum. İşe gitmek istemiyorum. Sorumluluk almak istemiyorum. Soğuk soğuk terliyorum... " diyordu. Heh, tam olarak o kıvamdayım. İşimi sevmekle birlikte, son zamanlarda zorlu olaylar üzerinde ve zor insanlarla çalışıyorum.  Adliyelik durumlar dinliyorum ve bir insanın bir başka insana verdiği derin hasarlara bazen ve halen inanamıyorum. Her işin bir zor tarafı var işte ve bu süreçte kendime bakım becerilerini devreye sokmam gerekiyor, farkındayım. 
      Zorlu olaylara şahitlik eder ve rehberlik ederken kendine yardım becerileri dediğimiz, bizi iyi hissettiren şeyler çok kıymetli oluyor. Peki ben ne yapıyorum? Bebişime sarılıyorum öncelikle. Cidden benim zorlu süreçlerimi anlıyor gibi, kızım şu sıra çok tatlı davranıyor bana. "15 aylık bebeksin sen, bu kadar güzel sarılmayı nasıl beceriyorsun be gün ışığım, insan tanem? " diyorum içten içe. (Baktım ki arada kriz yaşıyoruz, babaya veriyorum tabi şu sıra:) Hepimize iyi geliyor, ohh :) 

          Uzun zaman sonra ilk kez arkadaşlarımla akşam için plan yaptık ve gerçekleştirebildik. (Oleeeeyyy!!) Yani bebekten sonra, arkadaş buluşmalarının ne büyük bir nimet olduğunu çok daha iyi anladım. Hoş bir müzik eşliğinde güle konuşa yavaşça yenebilen uzun bir yemek... Dedikodu etmek (Pardon, 'sosyal tespit ' demek istedim), bizi sıkan konularda komik noktalar bulup mizahla bu konuların canına okumak, Türk kahvesi içmek, günaha girip tatlı bile yemek.... Bak anlatırken bile yüzüme bir tebessüm yerleşiverdi.  Yaşasın sosyal destek sistemi! :)) 

           Beni yormayan kitaplar okuyor, fırsat buldukça da dizi izlemeye çalışıyorum. 

       Umut Sarıkaya'nın yazılarının derlemesi niteliğinde olan bu kitaba ben çok güldüm. Okurken ciddi anlamda eğlendim, eşime de bazı kısımları okudum ve birlikte güldük.  Umut Sarıkaya'yı ilk defa okudum ve çok sevdim kalemini. Bana çok iyi geldi en azından. 

      Netflix yapımı iki dizi izliyorum şu sıra: 
        
      İç sıkıntıma, depresif havama Paris'ten ılık ılık iç serinleten ama üşütmeyen bir hava esintisi yarattı bu dizi bende. Hani hep aydınlık çekimleri olan, pürüzler olsa bile bir şekilde çözünen, eğlenceli, karakterleri sıcak yapımlar vardır, izlerken insanı yormaz. Kafasını dağıtır. Heh, bu dizi öyle bi dizi. Lily Collins'e karşı öncesinde  nötr duygular içerisindeydim, ama bu diziyle birlikte kendisini oldukça sempatik buldum. Ve dizideki her bir karakterin kıyafet seçimini çok beğendim. 
Ahh keşke bizi de işimiz gereği Paris'e gönderseler!... :)) 

Eveet diğer izlediğim dizi de benim en sevdiğim yönetmenlerden bir tanesinin dizisi:
    Tim Burton hayranlığım malum. Onun kurduğu fantastik evrende kaybolmayı özlemişim azizim. Bu dizi bende biraz Harry Potter izlediğim zamanların hissiyatını uyandırdı. Çok değil azıcık. Burada da kendine has özellikleri ve yetenekleri olan öğrencilerin farklı bi eğitim aldığı okul var. Gerçeklikten uzaklaşmak istediğimde fantastik evrenlere sığınmak bana iyi geliyor. Şimdilik fena gitmiyor. Bakalım ilerleyen bölümlerde neler olacak? 

     Bende haberler böyle. Bir şeyler yapıyorum, deniyorum. Ayakta kalmaya çalışıyorum :) Önceden yeni yıl öncesi herkesin geride bıraktığı yıla ilişkin bir fikri, yeni yıla ilişkin beklentileri olurdu. Bunun üzerinden mizah dönerdi çokça. Şimdi çevremde de kendimde de öyle bir heyecan, beklenti göremiyorum. Neşemizi mi kaybettik, yoksa bizim kontrolümüz dışında gelişen olayların çokluğunda sadece yaşama tutunmaya mı çalışıyoruz bilmiyorum. İnşallah beklemediğimiz anlarda gelen güzel haberlerin bizi mutluluktan havalara uçurması gibi bir yeni yılımız olsun. Gözümüzün feri sönmüşken, yeniden neşe kıvılcımları yanıp dursun orada. Biz bunu hak ediyoruz ya, valla bak! :)) Herkese mutlu yıllar... 





19 Aralık 2022 Pazartesi

            
    “Seni sıkmadan sevmek,
     Yargılamadan takdir etmek,
    Seni yok etmeden sana katılmak,
    Talepte bulunmadan seni davet etmek,
    Suçluluk duymadan gitmek,
    Suçlamadan eleştirmek ve küçültmeden                 yardım etmek istiyorum
    Senden de aynısını bulabilirsem, 
    o zaman  gerçekten buluşup 
    birbirimizi  zenginleştirebiliriz."
                                  V.Satir


 

13 Aralık 2022 Salı

Bir Tanışma Hikayesi: Gölgem, Benim Güzel Karanlık Yanım


        Sizin de okulunuzda ya da çalıştığınız ortamda pireyi deve yapan, sorunu çözmekten ziyade sorunun kendisini konuşmayı seven, abarttıkça abartan öfkesi kabardıkça kabaran en sonunda birilerine çatmayı başaran zor karakterde insanlar olmuştur. Benim şansıma iki farklı iş ortamımda da oldu. Hatta bir tanesi, ilk işe başladığımda bana danışmanlık yapan bir kadındı. Aman Allahım! Danışmanlık süresi bittiği gün (6 aylık bir süreçten bahsediyorum) "We are the Champions" şarkısıyla havaya yumruklar sallamıştım. Öyle güzel bir hissiyattı. (O 6 aylık sürecin detaylarına girmeyi hiç mi hiç istemem. ) 

      Demem o ki, zor kişiliklerle bir ilişki içerisinde olmak, ki bu iş ilişkisi olabilir; romantik ilişki olabilir; insanı hem zorlayan hem de bi açıdan geliştiren bir süreç olabiliyor. Politik davranma becerisi ve pokerface yüzü kazandırıyor insana. İçten içe karşındakine bağırıp çağırırken, taptaze bir gülümseme yerleştiriveriyor insanın yüzüne. Bu becerilerin bütününe "profesyonel olmak" deniyor. Zor kişilikleri çekme konusunda mıknatıs olma gibi bir özelliğim olduğundan oldukça erken bir yaşta profesyonel oldum galiba; bunu ben değil iş arkadaşlarım söylüyor. ( Kendimi dolaylı bir şekilde övdüm mü ben şimdi ? :)) 

       Geçenlerde "Popüler Olmayan Psikoloji" podcast serisinde "Gölgelerin Gücü Adına" yayınını dinledim. Sonrasında da kimi zaman konuyla alakalı düşünürken buldum kendimi. 
Psikanalitik yaklaşımda sıkça geçen bir terim olan "Gölge" ; bizim bilindışımızın büyük bir kısmında yer alan, bastırdığımız, bilmediğimiz karanlık yönümüz. Doğduğumuzda elbette belli bir mizaç ile, pozitiflik ya da karamsarlığa yatkınlıkla dünyaya geliyoruz. Sonrasında ise içinde büyüdüğümüz aile ve sosyal çevre bazı davranışları ya da kişilik özelliklerini daha "kabul edilebilir" olarak bizlere aşılıyor ve biz de psikolojik olarak var oluşumuzu sürdürme adına kişiliğimizin o yanını daha ön plana çıkarabiliyoruz. Ailede dürüstlük çok önem verilen bir özellikse, bizim de o yönümüz daha baskın hale gelebiliyor mesela. Kısacası, hepimiz insana ait tüm özelliklerle birlikte dünyaya gelirken, ki buna mizacımızın daha baskın olduğu yönler de dahil; içinde yaşadığımız aile ve sosyal çevreyle birlikte zaman içerisinde bazı özellikler kişilik yapımızda daha baskın hale gelebiliyor. Ve bizim için önemli olan özelliklerle bağdaşmayan diğer isteklerimizi, düşüncelerimizi bilinçaltımıza iteleyerek ya da bastırarak "gölge"mizin bir parçası haline getirebiliyoruz. 


        Kendimden örnek verecek olursam, bizim ailede bencillik istenmeyen bir özellikti. Eli açıklık, cömertlik, her daim karşı tarafı düşünme ve fedakarlık ise öne çıkan, istenen özelliklerdendi. Mesela ben çocukken, misafirliğe gelen bir çocuk en sevdiğim oyuncağı istemişse o oyuncağı artık ona vermeliydim. Tersi, bencillik olurdu. Şimdi baktığımda annem ve babamın bize öğrettiği şeyin ne kadar yanlış olduğunu görebiliyorum. Bazı terimler arasında o kadar hassas dengeler ve çizgiler var ki oysa! Kişisel ihtiyaçları fark etme ve dile getirme ile bencillik arasındaki çizgi gibi mesela! 


        Böyle bir ailede büyüyüp yetişkin dünyasına adım attığınızda bir çok sorunu çözümlemeniz gerekebiliyor: "Hayır diyebilme", " kendi ihtiyaçlarını fark etme ve ihtiyacını karşı tarafa iletebilme", "Kişisel olarak haklarını savunabilme", vs. gibi. Haliyle bir süre, en uzak kaldığım insan tiplerinden biri de "bencil" yönü ön plana çıkan insanlar oldu. ( Bu arada her daim bencil davranan, empati kuramayan, daima kendi istek ve ihtiyaçları ön planda olan narsist yapıda insanları kastetmiyorum. ) Kızıyordum onlara. Herhangi bir yere gidilecekse ya da bir şey yapılacaksa gruptan farklı düşünen, kendi isteğiyle bağdaşmayan durumlar olduğunda açıkça " Ben bunu tercih etmiyorum." diyen kişilere kızıyordum. Nasıl oluyordu da kendi ihtiyaçları grubun isteklerinden daha önemli olabiliyordu? Arada bir fedakarlık yapılamaz mıydı canım? 


        Tabi bu fedakar ve cömert, sürekli karşı tarafı düşünen hatta çoğu zaman önceleyen yapım benim elime ayağıma dolandı. Kendime ihanet ediyormuşum gibi hissediyordum bazen. Ya da ilişkilerimde narsist insanları çekebiliyordum etrafıma. Ne de olsa ben, onlar için mükemmel bir partnerdim. Benim gibi biriyle hayat çok kolaydı nasılsa! 


         Yukarıda bahsettiğim ilk iş yerimdeki danışman hanımın hayatıma girişi de bu yapım sebebiyle artık duygusal anlamda da tükendiğim bir evreye denk geldi. Her şey üst üste denk geldi senin anlayacağın. "Ehh yeter be! " dedim en son. Önce bu tarz ilişkilerimde mesafelendim, kimi ilişkilerime nokta koydum; sonra bu yapım üzerinde çalışmaya başladım. 


          İhtiyaçlarını fark edip sahiplenmek o kadar değerli bir şey ki, ilişkilerdeki alma verme dengesi üzerinde de inanılmaz bi etkisi var. Ve kesinlikle bencillik değil. "Hayır diyebilme" en kıymetli becerilerden, valla bak. Dene bi, çok seveceksin. Yani benim ailemde bencillik olarak görülen çoğu normal ve sağlıklı davranış becerilerini kendimde geliştirmek hayatımda bir dönüm noktası yaşattı bana. Eşimle tanıştım ve kıymetini anladım. Eşim, ki o zamanlar sevgilimdi, herhangi bir şey yapılacağı zaman bana diyordu ki: "Biliyorum sen de yapabilirsin ama bunu senin için ben yapmak istiyorum. Bana izin verirsen çok mutlu olacağım. " Birinden bir şey istemeyi pek beceremeyen, yapabiliyorsa kendi yapan yapamıyorsa oluruna bırakan ben gibi bir insan için ne kadar farklı geliyordu, anlatamam. Hep güçlü olmak zorunda hissetmeden, çevreden destek isteyebilmek ne kadar da yeni deneyimlerdi! Başlangıçta garip ve zor da gelse zamanla bu becerimi geliştirdim. ( Eşim şimdi isyanlarda :))) 


        Şaka bir yana, gölge yanlarımızı fark etmek zor bir iş. Kişiliğimizin farkında olmadığımız, baskıladığımız yanının bir şekilde hayatımızdakisi etkisi çok büyük. Keşfetmeye niyet edip yola çıkmak bile kendi adımıza ne büyük bir adım. O halde kendimize soralım? Hangi özellikte insanlar bizi irrite ediyor? Ne tür davranışları hiç sevmiyoruz? Peki biz bunu nerden, nasıl öğrendik? İçinde büyüdüğümüz çevre, aile yapımız nasıldı? Sevmediğimizi ifade ettiğimiz davranışlara ya da özelliklere yer verseydik yaşamımızda bir işlevselliği olur muydu? Bu soruları sormak belki bizi az da olsa karanlık yanlarımızla tanıştırır, en azından diğer insanlara karşı bir anlayış sağlar, kendini tanıma yolculuğunda bi mum yakar diye düşünüyorum. Jung'un dediği gibi :" Bir insan kendi gölgesini değiştiremez fakat onu ayıplayan, eleştiren bilincini değiştirebilir. İnsan zayıf yönlerini ifade etmenin yollarını buldukça, gölgesi de daha dengeli olmaya başlar. Kişi bu konularda ne kadar katı olursa, gölge o kadar yıkıcı olur." Hepinize aydınlık günler dilerim :)) 

7 Aralık 2022 Çarşamba

Seçimlerimizin Ardındaki Gizil Güç: Kolektif Bilinçaltı ve Bir Kitap Önerisi

Geçen akşam İbrahim Selim ile Bu Gece programını izlerken, İbrahim Selim konuğuna : " Hiç gizli gizli dinlemekten zevk aldığın bir şarkı var mı? " gibi bir soru sordu. Bu soru zihnimde yeni yeni sekmeler açtı :) Öncelikle ben de düşündüm tabii bu soruyu kendim için ve bir tane buldum. İşle alakalı bunalıp sıkıldığım anlarda " Bülent Ersoy- Bir Ben Bir Allah Biliyor" şarkısını bağıra bağıra ama tabi bir yandan da gizleyerek söylemek çok hoşuma gidiyor.

 Sadece müzikle de sınırlı değil. Kitap olarak psikoloji alanından yazınlar bir yana klasik, bilimkurgu, macera gibi romanları okurum genelde. Ama gizli gizli ve su gibi içercesine okuduğum bir tür daha var: historical romance. Yani tarih ile aşkın harman edildiği romanlar. 


Özellikle de hayatımdaki stresli ve zor kararlar evresinde bu tür kitaplar kafamı dağıtıyor. Sanki tarihin 1800'lü yıllarına gidip oradaki bir davete ya da opera gösterisine katılacakmışım ya da evlenme vakti gelmiş bir leydi'nin sosyeteye tanıtım balosundan davet almışım gibi hissiyatlarla doluyorum. Seçilen kıyafetler, saçların şeklil, elbisenin Fransız tarzda olup olmaması ki eğer Fransız tarzda ise elbise dekolteli olacak demek :) gibi ayrıntılara merak sarıyorum. Tabi bu kitaplarda benzerlikler çok fazla oluyor. Örneğin; Düşes olmak mühim bir mesele. Genelde kız kahramanımız çok güzel ve masum bir leydi; partide tanışılan dük ya da kont aşk anlamında da görmüş geçirmiş, tecrübeli beyler oluyor. Duygusal problemleri de olan bu soylu kahramanlarımız, birbirlerinde huzuru, neşeyi, aşkı buldukları gibi duygusal problemlerinin de ilişki içerisinde çözümlendiğini hissediyorlar. Romantik-komedi tadında sürtüşmeler de yaşanıyorsa, hele de zekice verilmiş cevaplar replikler vs. ohh tadından yenmiyor. Bu arada dük ya da kontlarımız da fiziksel özellikleri açısından genelde oldukça uzun, kaslı, yakışıklı beyler oluyorlar (Burası çokomelli. biscolatalı da olabilir:)) 



Efendime söyleyeyim, sonuç olarak bu kitapları üst üste okuduktan sonra şunu sorgularken buldum kendimi: " Yahu ben bu kadar aynı tip kitabı niye okudum?" Tamam okurken güzeldi, sürükleyiciydi, yer yer müstehcen anlar da yaşandı evet. Eee? Niye ki? Sonra bi baktım, Goodreads'te olsun, 1000kitap'ta olsun oralarda da deli gibi okunan kitaplar bunlar. Demek ki belli bir okur kitlesi var bu türün ve onlar da aynı açlıkla okuyorlar herhalde. Baktım konu güzel bir konu. Yakın arkadaşım Betül de en son ona attığım bu tür bi kitabı okumuştu, ona da aynı soruyu sordum.Şöyle bir konuşma geçti aramızda: 

Betül: " Aaa evet. Ben de ilginç bi şekilde etkilendim o kitaptan ve gün içerisinde sürekli zihnimde o döneme gidiyorum. Olayları düşünüyorum filan." 

Ben: "E ben de aynı şekildeyim. Romantizm ve özellikle de tarihi bir dönemde geçmesi mi bizi bu kadar çekiyor acaba?" 

Betül: "Olabilir. Güçlü kadın karakterler var ama erkekler daha dominant sanki bu türde. "

 Ben: " Yaa evet. Erkekler genelde çok kıskançlar. Hatta bazen bu kıskançlıkları yüzünden sert ve kontrolcü tavırları oluyor. Baktığında modern hayatta öyle bir erkek sorunlu bir erkek olarak değerlendirilebilir."

 Betül: "Değil mi? İkimizin de eşleri ne kadar empatik, anlayışlı kişiler. Ki biz o sebeple mutluyuz. Ama garip bi şekilde bu kitaptaki kontrolcü, dediğim dedik karakterdeki erkekler ilgi çekiyor, hayranlık uyandırıyor."

 Ben: "Acaba hayatımızda bu kadar kontrol sahibi olmanın bir ürünü mü bu? Gerçekte değilse bile işin fantezisinde kontrolün bizde olmaması, birinin bizim adımıza karar vermesi filan bizi tatmin mi ediyor?"

 Betül: "Aaa bak bu da mantıklı ya da ilkel beynimizin beğenisi mi bu?" 

Ben: "Kolektif bilinçaltımız devrede oluyor yani. " diye ekledim. 

Betül: " Tabi ilkel beynimiz belki hâlâ mağarama yemek getirsin, beni dinozorlardan korusun diye de düşünüyor olabilir. O yüzden de karakterin böyle güçlü, iri yarı fiziksel özellikler taşıması ve sert olması anlaşılabilir. "


 Tabi konu konuyu açtı. Yani düşünecek olursak birçok dizide bile narsist yapıda karakterler ne çok. Ama sert bakışlı, sahiplenici, kıskanan ama kıskançlık duygusunu aşırı tavırlarla belli eden ancak iletişim kurmayı çok da beceremeyen erkek karakterlerimiz birçok genç kızın hayali. Sonra da gelsin aşk acıları. Ahh kolektif bilinçaltı... Ne çok partner seçiminin altında senin imzan var? 

Şimdi bu mevzuyu güzel bir yere bağlamak isterim. İlişkiler konusunda sürekli yanlış seçimler yaptığınızı düşünüyor, " Bu sorunlu kişiler hep beni mi bulur yahu? " diye serzenişte bulunuyorsanız; "Amir Levine-Rachel Heller'in Bağlanma Aşkı bulmanın ve korumanın bilimsel yolları" kitabını kesinlikle öneririm. Böyle okuyunca kendisini tekrar eden saçma kişisel gelişim kitapları gibi geliyor ismi, ama inanın değil. Gayet bilimsel bi şekilde ilişkilerde ki bağlanma şeklimiz ve yapımızı anlatmışlar. Bu noktada okuyucuda ufuk açıyor kitap. Kolektif bilinçaltımız varsa, çok şükür bilinçli tercihlerimiz var! 😅 diyorsanız bu bilinçli bir tercih olabilir. İyi okumalar efenim :))

Not: Historical romance türünde önerilere açığım arkadaşlar. Önerilerinizi yorumlara ekleyebilirsiniz. Çok teşekkürler :))