31 Aralık 2014 Çarşamba

İçimde bir
şey var.
Öyle bir şey ki, duramıyor içimde.
 Baktığım yere yansıyor,
 ordan karşı duvara çarpıyor
ve yerde sekerek kayboluyor gibi.
Boşlukta gittikçe uzaklaşan sesini duyuyorum sonra...
Tıpkı yıllar gibi.

Nereden başlamalı da nasıl girmeli mevzuya
 İnsan içindeki şeyin ne olduğunu bilmeyince neyi anlatmalı
Ne demeli şu elinde duran kaleme,
kalem nerden başlamalı yazıya,
yazı ne demeli ki, durmalı içimin seli?










8 Aralık 2014 Pazartesi


" - Ne yapmak gerek peki?
Sağlam bir arka mı bulmalıyım?
Onu mu bellemeliyim?
Bir ağaç gövdesine dolanan sarmaşık gibi
Önünde eğilerek efendimiz sanmak mı? 
Bilek gücü yerine dolanla tırmanmak mı?
İstemem!
Herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım Le Bret?
Sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım?
Bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip,
Taklalar mı atmalıyım? 
İstemem! Eksik olsun!
Her sabah kahvaltıda kurbağa mı yemeli?
Sabah akşam dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
Onun bunun önünde hep boyun mu eğmeli?
İstemem! Eksik olsun böyle bir şöhret!
Eksik olsun!
Ciğeri beş para etmezlere mi "yetenekli" demeli? 
Eleştiriden mi çekinmeli?
"Adım Mercuré dergisinde geçse" diye mi sayıklamalı?
İstemem!
İstemem! Eksik olsun!
Korkmak, tükenmek, bitmek...
Şiir yazacak yerde eşe dosta gitmek.
Dilekçeler yazarak içini ortaya dökmek? 
İstemem! Eksik olsun!
İstemem! Eksik olsun!
Ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek...
Tek başına...
Özgür olmak...
Dünyaya kendi gözlerinle bakmak...

Sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak... 
Bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak...
Ne ün peşinde olmak, para pul düşünmek,
İsteyince Ay'a bile gidebilmek.
Başarıyı alnının teriyle elde edebilmek.

Demek istediğim asalak bir sarmaşık olma sakın. 
Varsın boyun olmasın bir söğütünki kadar.
Yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?

- Dök içindeki öfkeyi dostum. Ama saklama benden seni sevmediğini.
- Sus... "

25 Kasım 2014 Salı

Yağmurlu, güzel bir günden merhaba :)

"Seni günlere böldüm, seni aylara
Daha yıllara, yüzyıllara böleceğim
Ve her zaman söyleyeceğim ki beni anla
Böyle eskitilmiş de olsa bu kalbi
Minesi çatlamış bir diş gibi durduracağım karşısında.

Şiirler söylenir, şiirler biter
Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da
Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin
Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.

Bütün günler yenileşir her bekleyişte
Ve bütün dünler, bütün geçmişler
Kapını açarsın ki bir de, hiç kimseler yok
Çaresiz, benim sana gelişim de hep böyle.

Dün akşama doğru turuncu bir bulut geçti
Sonra bütün bulutlar hep birden geçti
Anılar, anılar, belki hepsi bir kelime..."

8 Kasım 2014 Cumartesi

  Herkesin ölümle yaşam arasındaki incecik bir çizgide olduğunu anladığı bir an vardır. Ben bu sözün ne anlam ifade ettiğini dün anladım. 

  Bir haftalığına memlekete gelmiştim. Geldiğimden bu yana da ilk kez dün kız kardeşimle dışarı çıkmıştık. Sıradan sayılabilecek bir gündü. Artık kız kardeşimle eve geçmek üzereyken babam aramıştı. Eve birlikte dönecektik. Annemin dediklerini almak için sırasıyla önce markette ve sonrasında da fırında durmuştuk. Her şey öylesine olağandı ki, ben de dalmıştım o an. "Ne düşünüyorsun?" diye sorsanız, ne düşündüğümü bile bilmediğim anlardan biriydi. İlerde kırmızı ışıklardan sonra yeşilin yanmasıyla devam edecektik ki, bir anda olan oldu. Arabamıza bir şeyin vurduğunu duydum. Sonra yan döndük ve sürüklenmeye başladık. O kadar aniydi ki, film şeridi filan geçmedi gözümün önünden. Önce babamı gördüm, sonra da kız kardeşimin çığlığını duydum. Ve ölmeyi bekledim. Evet dedim, buraya kadar. Tam böyleyken ve biz halen kamyonun önünde kayarcasına giderken, belki de bir sonraki arabanın önünde kalacakken, bir anda her şey durdu. Kulaklarımdaki uğultu susmuştu ancak, bacaklarımdaki titreme bağırır gibiydi. Babama ve kız kardeşime baktım. Evet, yaşıyorduk. Herkes başımıza toplanırken orada değildim sanki. Bir şeyler söylüyorlardı. Bana su uzattılar. Gayri ihtiyari içtim. Babam, zavallım, daha şoktayken bir de prosedürlerle uğraşmaya çalışıyordu. Arada bize bakıyordu. Halen inanamıyor gibiydi.

Eve geldiğimizde her şey daha farklıydı sanki. Kafamdan bi dolu olası durumlar geçiyordu. Orada ölseydik, belki de bi daha bu odada olamayacaktım. Annem kim bilir ne durumda olurdu. Kız kardeşim o anı anlatırken rahatlıyordu sanki. Dışa vurmak  ona iyi geliyordu. Oysa ben korkutucu derecede sakin görünüyormuşum annemin deyimiyle. Bana da anlatmamı, içimde yaşamamam gerektiğini söyledi. Sadece gülümsedim. Ve uyumaya çalıştım. Gözlerimi kapattığımda hep aynı sahne geliyordu gözlerimin önüne. Bazen düşüncemde, kendimi ya da sevdiklerimi orada kaybettiğim sahneler de canlanıyordu. En büyük korkusu sevdiklerini kaybetmek olan ben için, ne denli zorlu ihtimallerdi!

Hayatımın ne kadar da kolay değişebileceğini anladığım o anı hiç unutamayacağım galiba. 
Dünkü kafama taktığım şeyleri bugün düşündüğümde gülesim geliyor.
Dün artık uyuyamadığımı anladığımda, Downton Abbey izledim. Ve orada şöyle diyordu:
"Hayatın bizi değiştirmesine izin vermezsek yaşamanın ne manası kalır?" 




31 Ekim 2014 Cuma

Günlerden cuma... Yine kapandım odama, aldım bana gerekli olan her şeyi. Bir süre buradan çıkmaya hiç niyetim yok. Hem çıkıp da napıcam? Bazen her şeyden uzaklaşmak güzel oluyor, hem de pek iyi oluyor. Çünkü dört duvar arasında, kendisiyle kalınca insan, tüm çıplaklığıyla ruhundan bir şeyler süzülebiliyor. Ruhumu dinlemeye geldim anlayacağın.

Önceleri de pek severdim odama kapanmayı. Tabi o zamanlar başa vuran ergen asiliği miydi onu da bilmem :) Sonraları pek sever oldum. Aile dizilerimiz vardı o zamanlar. O akşamlarda yemek saatleri de dizi saatine göre ayarlanırdı. Dizi saatine çay hazır olmalıydı, yanına da çeşitli kuru yemişler. Ben severdim o ortamı. Dizilerden çok babamın, annemin tepkisini seyretmek hoşuma giderdi. Dizide bir şeyler kötü gitmeye başladı mı, "Annenizin seçtiği dizi böyle üzüyor işte çocuklar." derdi babam. Annem de söylenirdi. Öylece oturup onların atışmasını izlemeye bayılırdım. Bir süre sonra dayanamaz, yine odama çekilirdim. Yatağım pencere önü, gökyüzü manzaralıydı. Akşama doğru, bulutlar yanardı bazı günler. Kuşlar geçerdi kafileler halinde. Özenirdim. O vakitlerde, hafiften de eserdi rüzgar. Gözlerimi kapatırdım ve kulağımda çalan ezgiyle birlikte uçardım adeta. Kalbim gerçekten de uçtuğunu sandığından olucak, deli gibi çarpardı.

Annemle babamın benim çoktan uyuduğumu düşündüğü gecelerde, kitap okurdum. Onlar uyuyana dek yorgan altında okurdum, ses soluk kesilince de ışığı açardım büyük bir mutlulukla. Sayfalar arasında kâh gülüp kâh ağlarken saatlerin akıp geçtiğinin farkında dahi olmazdım. Evet, ben en çok kitap okurken ya da film izlerken ağlarım. Normal hayatta ağlarken göremezdiniz beni. Ama kitaptaki ya da filmlerdeki kahramanlarla nasıl bir duygusal bağ kurmuşsam artık, ağlardım  çok. Kitapları su gibi içercesine okurken, sonlara doğru bir hüzün sarardı. Her kitap bitiminde veda anı yaşardım sanki. Komik gelecek belki ama, vedaları da kitaplardan öğrendim ben.

Bazen de öğrendiğimi sandığım şeyleri aslında hiç bilmediğimi fark ettim. Aşık olduğumda...Kitaplarda benzer cümlelere rastladımsa da hissederken aptal olmayı da öğrendim. Aptal olmayı da severmiş insan. Aptallığımı da sevdim :) Şapşik şapşik ama kalbim uçarcasına sevdim. Acı çekmedim diyemem. Ama acıların sevilebileceğini de görmüş oldum. Ezberim bozulmuştu anlayacağın. Çok aşk kitabı okumuştum ama insan yaşayınca öğreniyormuş bişileri.

Şu an bambaşka bir şehirde, çocukluğumun yıllar sonrasında ve evimin bitmek bilmeyen yollar uzağında bir başka evde, yine benim evimde, yatağımda,- evet yine gökyüzü manzaralı yatağımda bunları yazıyorum. Seneler diyorum, evet seneler hızla geçiyor. Şairin de dediği gibi,
"Hayat kısa, kuşlar uçuyor..."







30 Ekim 2014 Perşembe

Tam da yorgunluktan bitap düşmüşken ve artık uyumam gerekirken yine geceye olan sevdam durdurdu beni... Ne zamandır buralara gelemediğim geldi aklıma ve hazır ayaktayken 'fırsat bu fırsattır' dedim  kendime. Sonrasında da soluğu hemen burada aldım. Mutluyum. :)

Böyle içimden çok da bir şey söylemek gelmiyor. Geceleri konuşmaktan çok dinlemeyi seviyorum galiba ben. Herkes uyumuşken, sokaklar bomboşken... Usta şairin de dediği gibi...: 



"Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor..."


Ahh ne güzel! Geceye dair ne söylesem, şu dizelerin yanında bir hiç olurdu, eminim. O nedenle, geceye en çok yakışan şeyleri paylaşayım bence ben. 

12 Eylül 2014 Cuma

Gitmekle Kalmak Arasında Bir Yerde


   Yine bir ayrılık günü öncesi ve yine içimdeki aynı hüzün! Geldim üniversitemin dördüncü yılına halen alışamadım şu günlere. Böyle içim sıkılıyor, ferahlamak amaçlı elimi uzattığım her şey bana üzülüyor gibi hissediyorum.


   Aslında bu hissettiğim hüznün temelinde ne olduğunu da biliyorum. Sanki bu her üniversite amaçlı evden ayrılışlarım aslında gitmekle kalmak arasındaki bir ayrımdan ziyade, daha çok büyümek ve küçük kalmayı istemek arasında kalışlarım, farkındayım. Bir yanım hep "Anne-babanın küçük kızı olarak kal." derken, diğer yanım da "Hayatta yaşayacağın neler var, git de ayaklarının üzerinde durmayı öğren, özgür ol." diyor. Sonra da kendime kızışlarım başlıyor. Ne vardı tee 14 saatlik uzaklığa gidecek kadar, yakın bir yere giderdin mis olurdu, diyorum. Kendi kendime atarlanıyorum. Böyle diye diye de üç seneyi bitirip dördüncü seneme geldim bunu da biliyorum. 
    Ahh bir de anne babamın hüznü var. Yani onlar bunca üzülmese, her gidişimde annemin o buruk gülümsemesini, babamın hüzünlü el sallayışını görmesem daha güzel olucak sanki. Bazen benim bu gidişlerimi daha kolay hale getirebilmelerini diliyorum, sonra çok şey istediğimi bilerek susuyorum. 
    Aslında ben anne babasının nazlı narin kızı da hiç olmadım. Onlar beni hep cesur olarak bilirler, genelde sakin ve soğukkanlı olan kızlarıyımdır ben onların. Oysa o veda anlarında bi taraflarımı nasıl sıktığımı hiç bilmediler onlar. Artık beni görmedikleri o ilk anda gözlerimden süzülen yaşları da görmediler. Muhtemelen burada yazdıklarımı da hiç fark etmediler. "Uyumlu kızları sakin duruşuyla halleder, güçlüdür o." diye düşünüyorlar biliyorum. Onlara artık büyüdüğümü ve kendi işlerimi kolayca yapabildiğimi pür neşeyle anlatırken,  üzülmelerini istemezken öyle çaba sarf ediyorum ki..O son gece geldiğinde ise bütün o güçlü, özgüvenli hallerim yerini hüzne bırakıyor. Kendimi küçük bir kız gibi görüyorum o her zamanki yatağımda yatarken. Sabah kalktığımda  yetişkin kız olarak uyanmak istediğimden emin değilim.
    Anılara bağlı yapım ve özgürlüğüme düşkünlüğümle kimbilir daha ne ikilemler arasında kalacağım! Bu geçiş evreleri zor gerçekten de. Hele de anne babanın gözünde hep küçükken, yetişkinliğe adım atmak biraz daha zorlaştırıyor bu durumu. Yine de tüm umudumla kucaklamak istiyorum gelecekteki 'ben'leri. Yerimde sayarak hayatı öğrenemem sonuçta. Her ayrılık günü bunları hissediceğimi biliyorum, ama üzüleceğim korkusuyla yaşamak da istemiyorum. O içimdeki küçük kız da hep kalsın orada. Ayy hüzünlü küçük kızım gülümsedi sonunda! :))
    Yazımı yazarken moddan moda girdim itiraf edeyim. Hüzünlü başlayan bir yazıyı umuda bağladım, mutluyum. Yine de yarın terminalde filan gözü yaşlı bir kız görürseniz şaşırmayın derim :)))

9 Eylül 2014 Salı


          Tim Burton'ın tarzına öyle hayranım ki! İzlediğim her filminde biraz daha seviyorum onu. Bir ünlüyle tanışma şansı verselerdi, Tim Burton aklıma gelen ilk isimlerden olurdu eminim. 
         Bu gece de annemi dinlemeyip, erken uyumadım. Evet, suçluyum. Öte yandan böyle bir filmi izlediğim için de çok mutluyum. Şayet uyusaydım, böyle güzel bir rüyanın içerisinde bulamayabilirdim kendimi. ( Bu da kendimi avutma şeklim olsun )
         Hayalle gerçeği bir arada seven, hayatın içerisinde küçük 'düşleme' anları yaratan ben gibiler için mikemmel bir film kendisi. Evet evet, resimde de görüleceği üzere "Big Fish" ten bahsediyorum.
        Ahh neresinden tutsam da nasıl anlatsam filmi sizlere! Öyle güzel ki. Bende bıraktığı etkiyi sözcüklerimle sizin zihinlerinizde oluşturmak isterdim. Sanki o kuracağım cümlelerin içindeki tüm sözcükler bir anda sihir sözcükleri olacakmış gibi geldi gözümün önüne şimdi. Daha parmaklarım yazarken sihirle uçuşuveren kelimeleri hayal edin :) Ayy ne harika!
       Şey, yine bir şeyler anlatmak isterken, başka yerlere saptım. Bu benim özelliklerimden yalnızca bir tanesi. Alışırsınız zamanla bence. E bi de masalsı bir filmden bahsederken zihnim hemen hayal kurmaya başlıyor, filmin de katkısını unutmayalım.
     Heh, ne diyodum? Tamam tamam, buldum. Bu filmi izlerken bir an olsun sıkılmadım. İzlemeden önceki yorumlara baktığımda filmi sevenlerin olduğu kadar sevmeyenlerin de olduğunu görmüştüm. Galiba yorumlara aldanmamak gerek. Film seçerken unutmamam gerekli notlarımdan birisi de bu olsun. Film daha başlar başlamaz etkisi altına aldı beni. Sanki küçük bir kız olarak yatağımda uzanmışım da masal dinlemeye başlamışım gibi. Sonra oradaki dostumla tanıştım. Kendisi masal anlatan, çılgın, kalbi büsbüyük bi adam :) Film ilerlerken bazen gerçekle masalı karıştırdığınızı hissediyorsunuz. Ama bunun ürkütücü bir yanı da olmuyor. Masal olarak anlatılanın gerçek olduğunu varsaymak istiyorsunuz. Ve aslında evet, inanıyorsunuz. 
     Filmin konusuna girmicem. Daha çok bende uyandırdığı hisleri ve düşünceleri paylaşmak istiyorum sizlerle.
    Yaşadığınız sıradan bir ânı masalsı bir havayla anlatsaydınız, hayal gücünüzün sınırlarını zorlasaydınız acaba ortaya neler çıkardı hiç düşündünüz mü? Şu salonda öylece duran yastığımın benle bir anda konuştuğunu düşünüyorum da, heralde bu inanılmaz olurdu. Bu kendini aldatmak da diil aslında. Hastalık da diil bence. Hayatın o sıradan koşuşturmacasında çareyi çeşitli maddelerde ( sigara, alkol, uyuşturucu vs.) aramaktan daha güzel değil mi?
    Demek istediğim hayal kurarak zenginleştirebileceğimiz dünyamızı çoğu kez renksiz ve soluk hale getiren bizleriz. Biz ve bizim şu her şeye somut çerçeveden bakan kafalarımız. Hayal etmekten, düşlemekten korkar hale geldik sanki. Bir şeye olduğundan daha farklı bakınca dünyamız hepten alt üst olucak gibi yaşıyoruz. "Gerçek, sadece gerçek" diye tuttururken bazen gerçeğin güzel taraflarını görmezden geliyoruz. Sanki gerçek denilen kavram sadece olumsuz şeylerin karşılığıymış gibi aksettiriliyor bizlere. Öyle bir gerçekliği istemiyorum ben!
  Masalın olduğu, özgürce düşleyebileceğim, bazen o hikayelerdeki kahramanı kendim olarak düşünebileceğim her şeyi seviyorum. Her şey aynı sıradanlıkta giderken sabah açtığım bi müzik, öğlen okuduğum bir şiir ve akşamları izlediğim bir film beni zenginleştiriyor adeta. Soluk renkler birden rengarenk cıvıl cıvıl renklere bırakıyor sanki kendini. Öylece uzanırken gözüme saat takılıyor bazen ve saati bir dünya kabul ediyorum. O ibrenin bir salıncak olduğunu ve sallandığımı hayal ediyorum. Her sallanışımda daha farklı yerlere uçabilecekmişim hissi veriyor bazen bu bana. Bu hissi seviyorum. Günlük yaşamıma geri döndüğümde de o özgürlük hissim devam ediyor. Beni kendimin hapishanesinden kurtarıyorum sanki. Gökyüzüne bakma arzusuyla doluyorum sonra. Ahh gökyüzüne sadece gökyüzü diyerek geçmeyin. Kocaman bir deniz sanki o! Ve ona baktıkça içimdeki dalga seslerini hissedebiliyorum kimi zaman. 
  Sadece bir filmin bende uyandırdığı hisler bunlar işte. Gel de sevme şu filmi, gel de sevme Tim Burton'ı. Güzel düşler dilerim herkese :)



                
              

                 

8 Eylül 2014 Pazartesi

'Huzur veren parçalar' konulu çalışmam :)

   Bu benim şirin mi şirin, sevimli mi sevimli, minnak bloğum. İlk paylaştığım resim ve şarkının da sizlere anlatacağı üzere "Amelie" hayranı bir kızım. Gerek filmin kendisi gerekse müzikleriyle beni alıp götüren bir içeriğe sahip kendisi :) Ancak madem 'huzur' temalı bir giriş yaptım, e bununla kalmayayım dedim :)
     
     Veee listemdeki o parçalar:
    

  •      Eleni Karaindrou- To Vals Tou Gamou  ( Çevresi ağaçlarla çevrili düz bir yolda salına salına bisiklet sürmek gibi bir his veriyor bu şarkı bana...)
  •     Cibelle - Green Grass ( Güzel bir yaz gününde, öğleden sonrasında özellikle, balkonumda oturup kahvemi yudumlarken içeriden bu şarkının sesi gelsin istiyorum. Hatta böyle yaşlanmışım, saçlarım bembeyaz ve sallanan bir sandalyem varmış filan diye hayal ediyorum :)
  • Morcheeba- Enjoy the ride ( Hayat bir yolculuktur benim için. Yolculuğun kendisi ve o yolculukta öğrenilenler de hayatımın amacı diye düşünürüm hep. Bu şarkı da bir yolculuk şarkısı sanki. Bazı bitişleri kolaylaştıran, yeni başlangıçlara umutla bakmamı sağlayan bir şarkıdır, özeldir kendisi.
  • Oi va voi - Ladino Song ( İçinden ince bir hüzün süzülüyor, ama acıtmıyor. )
  • Andy Georges- Verona ( Ahh öyle güzel bir şarkı ki bu! Gözlerinizi kapatın ve o güzel Verona sokaklarında dolaşın. Gün batımının denizdeki yansımasını, o hoş üşütmeyen esintiyi duyun içinizde. Ve şimdi gülümseyin. Hayat daha bir farklı şimdi, değil mi?