25 Kasım 2014 Salı

Yağmurlu, güzel bir günden merhaba :)

"Seni günlere böldüm, seni aylara
Daha yıllara, yüzyıllara böleceğim
Ve her zaman söyleyeceğim ki beni anla
Böyle eskitilmiş de olsa bu kalbi
Minesi çatlamış bir diş gibi durduracağım karşısında.

Şiirler söylenir, şiirler biter
Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da
Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin
Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.

Bütün günler yenileşir her bekleyişte
Ve bütün dünler, bütün geçmişler
Kapını açarsın ki bir de, hiç kimseler yok
Çaresiz, benim sana gelişim de hep böyle.

Dün akşama doğru turuncu bir bulut geçti
Sonra bütün bulutlar hep birden geçti
Anılar, anılar, belki hepsi bir kelime..."

8 Kasım 2014 Cumartesi

  Herkesin ölümle yaşam arasındaki incecik bir çizgide olduğunu anladığı bir an vardır. Ben bu sözün ne anlam ifade ettiğini dün anladım. 

  Bir haftalığına memlekete gelmiştim. Geldiğimden bu yana da ilk kez dün kız kardeşimle dışarı çıkmıştık. Sıradan sayılabilecek bir gündü. Artık kız kardeşimle eve geçmek üzereyken babam aramıştı. Eve birlikte dönecektik. Annemin dediklerini almak için sırasıyla önce markette ve sonrasında da fırında durmuştuk. Her şey öylesine olağandı ki, ben de dalmıştım o an. "Ne düşünüyorsun?" diye sorsanız, ne düşündüğümü bile bilmediğim anlardan biriydi. İlerde kırmızı ışıklardan sonra yeşilin yanmasıyla devam edecektik ki, bir anda olan oldu. Arabamıza bir şeyin vurduğunu duydum. Sonra yan döndük ve sürüklenmeye başladık. O kadar aniydi ki, film şeridi filan geçmedi gözümün önünden. Önce babamı gördüm, sonra da kız kardeşimin çığlığını duydum. Ve ölmeyi bekledim. Evet dedim, buraya kadar. Tam böyleyken ve biz halen kamyonun önünde kayarcasına giderken, belki de bir sonraki arabanın önünde kalacakken, bir anda her şey durdu. Kulaklarımdaki uğultu susmuştu ancak, bacaklarımdaki titreme bağırır gibiydi. Babama ve kız kardeşime baktım. Evet, yaşıyorduk. Herkes başımıza toplanırken orada değildim sanki. Bir şeyler söylüyorlardı. Bana su uzattılar. Gayri ihtiyari içtim. Babam, zavallım, daha şoktayken bir de prosedürlerle uğraşmaya çalışıyordu. Arada bize bakıyordu. Halen inanamıyor gibiydi.

Eve geldiğimizde her şey daha farklıydı sanki. Kafamdan bi dolu olası durumlar geçiyordu. Orada ölseydik, belki de bi daha bu odada olamayacaktım. Annem kim bilir ne durumda olurdu. Kız kardeşim o anı anlatırken rahatlıyordu sanki. Dışa vurmak  ona iyi geliyordu. Oysa ben korkutucu derecede sakin görünüyormuşum annemin deyimiyle. Bana da anlatmamı, içimde yaşamamam gerektiğini söyledi. Sadece gülümsedim. Ve uyumaya çalıştım. Gözlerimi kapattığımda hep aynı sahne geliyordu gözlerimin önüne. Bazen düşüncemde, kendimi ya da sevdiklerimi orada kaybettiğim sahneler de canlanıyordu. En büyük korkusu sevdiklerini kaybetmek olan ben için, ne denli zorlu ihtimallerdi!

Hayatımın ne kadar da kolay değişebileceğini anladığım o anı hiç unutamayacağım galiba. 
Dünkü kafama taktığım şeyleri bugün düşündüğümde gülesim geliyor.
Dün artık uyuyamadığımı anladığımda, Downton Abbey izledim. Ve orada şöyle diyordu:
"Hayatın bizi değiştirmesine izin vermezsek yaşamanın ne manası kalır?"