6 Aralık 2022 Salı

BİR ARKADAŞI DİNLER GİBİ- PODCAST ÖNERİLERİM

      Araba kullanırken, mutfakta yemek pişirirken ya da ortalığın tozunu alırken, yürürken bir şeyler dinlemeyi çok severim. Müzik listemi ne kadar sevsem ve zengin de bulsam bazen müzik dinlemek istemeyebiliyorum. Böyle bir sohbet ortamı arıyorum sanırım. Yeni şeyler öğreneyim, yeni bir insan tanıyayım, daha önce üzerinde hiç düşünmediğim bir konuda aydınlanayım istiyorum. Spotify her iki durumda da imdadıma yetişiyor (Bu bir reklam değildir:) Bir süredir çok güzel podcastler dinliyorum. Çok donanımlı bir arkadaşımla sohbet etmişim, sohbet sonrasında ufkum açılmış yeni konulara merak salmışım gibi hissiyatlarla doluyorum. Düşündüm ki, bu tarz bir arayışı olan arkadaşlara belki bir yardımım dokunur. Dinlemeyi çok sevdiğim podcastler için buyrunuz efendim :) 


1- Nasıl Olunur? 


     Gazeteci Nilay Örnek'i bu podcast serisiyle tanıdım. Kendisi mesleklerini ustalıkla icra ettiğini düşündüğü kişileri davet ediyor ve onlara da aynı soruyu soruyor:"Nasıl Olunur? " :)) Bu podcastten bahsederken Nilay Örnek'in podcast girişiyle girmesem olmazdı. Zira sadece bu soruyu görünce bile arka fonda Nilay Örnek'in ses tonuyla bu cümleler geçiyor aklımdan. 

     Çok çeşitli alanlarda çalışan birbirinden farklı kişilerle yapılan bu röportaj serisini çok beğenerek dinliyorum. Ben normalde de biyografi seven bir insanım. Bir yerde görüp ilgimi çeken insanların yaşam hikayesini oldum olası merak etmişimdir. Bu seride merakımı ziyadesiyle karşıladığım gibi; önceden hiç bilmediğim kişileri tanıyıp yaptıkları iş alanını dinlemek de beni çok mutlu ediyor. Mesela Ebru Baybara DEMİR'i önceden hiç tanımazken bu seriyle birlikte tanıyıp işlerini takip eder oldum. Yine Fatih Altınöz'le olan bölümü psikiyatri alanında farklı bir bakış açısı kazandırdı bana diyebilirim. 

     Bu arada Nilay Örnek'in kahkahası bana çok iyi geliyor dinlerken. Ses tonu, kahkahasıyla ve sorduğu sorularla yaptığı işte gerçekten iyi olduğunu düşünüyorum. Kaliteli işlerinin devamını diliyorum. 

2- Popüler Olmayan Psikoloji 


        Podcasti yapanlar Dr. Özge Orbay ve Psikolog Eda Kurtuluş. Podcastten bahsetmeden evvel Dr. Özge Orbay'a bir parantez ayırmak istiyorum.

       Dr. Özge Orbay'ın instagram hesabını uzun bi süredir takip ediyorum. Gerek psikoloji alanındaki yaklaşımı gerek yazıları hatta konuşmasıyla bile bir psikolojik danışman olarak hayran olduğum psikologlardan biri kendisi. Onun yazılarını okurken kendimi anlama noktasında  anlayışım artıyor ve ihtiyaçlarımın karşılanması noktasında kendime karşı olan sorumluluğumu fark ediyorum. Gerçek hayatta hiç tanımamış olsam da sırf yazılarıyla bile birçok insana güzel anlamda dokunduğunu düşünüyorum. 

       "Popüler Olmayan Psikoloji" de bazı söylemlere özellikle de psikoloji alanında yapılmış söylemlere bir nevi itirazda bulunuluyor. Her bölümde bahsi geçen konuyla ilgili doğru yanlış diye ayırmadan yaşamımızdaki işlevi üzerinden bir sohbet gerçekleştiriyorlar. Bu konulara ilgi duyan arkadaşların beğeneceğine inanıyorum. Daha önce hiç dinlemeyenler için " Gölgelerin Gücü Adına " Bölümünü başlangıç olarak önerebilirim. 

3- Ortamlarda Satılacak Bilgi


       Benim için bu poscast serisini güzel yapan podcastin sahibi Merve'nin kendisi diyebilirim. Kendisi kimdir tam olarak bilemiyorum, sanırım kimse de bilmiyor. Merve, podcast serisini dinleyenlerin fark edeceği üzere çok okuyan, meraklı, kendisini geliştirmeye adamış, güzel konuşan bir insan. Hatta uzun süredir sabah 5'te kalktığını sporunu yapıp kitabını okuduğunu diğer işlerini sonrasında yaptığını anlatıyor. Bu şekilde günlerinin daha verimli geçtiğini söylüyor. Hatta instagram sayfasında birçok kişiye de ilham olarak bu konuda bi grup çalışması bile yaptı. Bu yönüyle beni ele aldı dersem eksik söylemiş olurum. Çünkü öğrendiklerini çok da güzel aktarabiliyor kendisi. Kendisini dinletiyor kısacası. Onunla bağ kurduğum bi nokta da kendisini Pragmatist olarak tanıtması. Yani çevresine aldığı insanları ve arkadaşlarını donanımlı, öğrenmeye açık, okuyan kimselerden seçmeye özen gösteriyor ve onlarla olan sohbetinden bir şeyler öğrenebilmeyi önemsiyor. Bu açıdan ben de Pragmatist bir yapıya sahibim diyebilirim :) 


2 Aralık 2022 Cuma

Çiçeği Burnunda Annelere Terapi Niyetine İzlenceler- "WORKİN' MOMS"

  
 




                    Anne olmadan evvel anne olmaya ilişkin çok düşünmediğimi fark ettim. Yani çocuklu bir ortamda kucağına çocuk verildiğinde nasıl tutacağını bilemeyip, çaresizce başkalarına bakan insanlar olur ya; işte ben onlardan belki bir tık daha iyiydim. Elbette anne- bebek bağlanmasının psikolojik boyutuyla ilgili çalışmalarım vardı ( Hey, ben bir psikolojik danışmanım!) Çok da kitap okudum, kendimce ebeveynlikle ilgili genel- kişisel düşüncelerim de vardı. Sonra anne oldum. ( İçimdeki küçük kız şaşırıyor bazen, "Neey ben şimdi anne miyim yani?" diye. ) Böyle hani tüm bildiğini sandığın şeyleri aslında hiç bilmediğini düşündüğün, sürekli bir şeyleri eksik yaptığın duygusunun çokça hakim olduğu, deli gibi yorulduğun, bazen bıktığın ve kaçmak istediğin; ama bebeğin uyuyunca onun resimlerine baktığın, çok uyuduğu zamanlarda gidip uyandırmak istediğin, yani karmakarışık bir sürece "Merhaba!" demekmiş bu süreç. He bi de hiç bitmiyormuş. Ara vermek de nesiymiş :) Annelik delilik derlerdi, vallahi öyle. Bu karmakarışık süreçte akıllı kalabilene saygı ve sevgiler. Demem o ki, başlangıçta çok zorlandım azizim. Hani doğum sonrası hormonların çılgın bir hal aldığını elbette biliyordum. Ama yaşarken delilik sınırlarında çok dolaştığımı fark ettim. Hayatına küçücük bir insan tanesi giriyor ve o da nesi? Hayatın bir anda değişiyor. Eskiden sana kalan oncaaa boş zaman bir anda o kadar doluyor ki, nefes alabilmek lüks oluyor. Tabi biraz da aile büyüklerinden farklı şehirde yaşamanın getirisini yaşadım diye düşünüyorum. Yalnızdım. Hem çok zordu hem çok güzel. (Kimbilir, belki buraları da bir ara konuşuruz.) 

                                   

            Modern zamanın aile yapısı günümüzde biraz böyle. Anneler çoğunlukla yalnız bakıyorlar bebeğine. Baba genelde işe gitmek durumunda. Gelişmiş ülkelerdeki gibi bir terapi grubuna ihtiyaç duydum o süreçte. Benim gibi yeni rolüne alışırken zorlanan, uykusuzluktan gebererek yeni günü karşılayan, bazen ağlayan bir bebekle ne yapacağını bilemeyen annelerin sesini duymaya; onlara kendimi anlatmaya deli gibi ihtiyacım vardı. Annelerin olduğu forumlarda dolaştım bir süre. Tanımadığım kadınların bazen bir cümlesinde güç buldum, kimi zaman ben onlara yardımcı olduğumu hissettim. Bir şekilde anne destek sistemi kurdum kendime. Tam "Anneliğe alışıyorum galiba, benden anne oluyor sanki." dediğim ve bir rutin kurduğum noktada çalışma hayatına dönme sorunsalı geldi oturdu içime. Kişisel anlamda bana çok iyi geleceğinden emindim. İşimi seviyordum, çalışmayı ve evden bir sebeple bir yere gitmek için kendime bakmayı özlemiştim. Ama sanki bebeğimden ayrılıyor gibi hissediyordum. Çalışma saatlerim Türkiye şartlarına göre çok iyi sayılabilecekken, işimin bana bir çok artısı varken ben duygusal anlamda adeta bir yas tuttuğumu fark ettim. Bakıcımızı, evdeki kamera sistemini her şeyi ayarladım. Bir ay evvelden başladık bebeğime bakacak ablayla ki, hepimiz alışabilelim.  İyi insanlara denk geleceğime olan inancım vardı.  Hem istediğim zaman bebeğimin ne yaptığını görebilecek olmak da bir artıydı. Yine de işe başlayana dek aklımdan çıkmayan, içime oturan, bebeğimi başkasına emanet edeceğimi düşündükçe yerli yersiz gözümü dolduran bir konuydu benim için. Ne zaman kendimi kötü hissetsem kendimi yürümeye, kitaplara, filmlere veririm ve bir şekilde orada teselli bulurum. Bana iyi gelecek şeyleri bulup yapma arayışım beni "Workin' Moms" dizisiyle karşılaştırdı. 20 dk süren bölümlerin her birinde anneliği kimi zaman benzer kimi zaman farklı şekilde yaşayan, bir yandan da diğer rolleriyle anneliği uyum içerisinde götürmeye çalışan/götüremeyen kadınları izlemek bana çok iyi geldi. Özellikle de başroldeki Kate'i çok sevdim ve Kate'in (Catherine Reitman) aynı zamanda dizinin senaristlerinden birisi ve yapımsıcısı olduğunu öğrendiğimde kadına olan hayranlığım daha da arttı. Kate'in en yakın arkadaşı  Anne'de de yer yer kendimi buldum. Psikiyatrist olmasına rağmen kızıyla olan ilişkisindeki problemlere kimi zaman çözüm bulamayışı, çok sert ya da nevrotikliğe varan davranışlarıyla Anne'i de ayrı sevdim. Frankie'siyle Valerie'siyle karakterlerin renkliliği beni çekti ve adeta  Anneler Terapi grubunda kendime bir minder  alarak yanlarında oturdum.  Anneliği kutsallaştırmadan ya da değersizleştirmeden, sadece insanî yönleriyle ele almayı başarabilen bir dizi Workin' Moms ve sadece bu yönüyle bile yeni yetme bir anneye çok iyi gelebilir diye düşünüyorum. Sadece annelere hitap etmiyor elbette. Anneliği, bir kadının diğer rollerini de absürd yanlarıyla ele aldığı için izleyen herkeste iyi hisleri besleyen bir yönü olabileceğini düşünüyorum. O halde iyi seyirler diliyorum :) 

Kelis- Milkshake

12 Nisan 2021 Pazartesi

Baharın İlk Sabahları

 Çok sevdiğim müziklerden bir şarkı listesi yaptım ve karşındayım yine. Senin kim olduğunu bilmeden yıllardır yazıyorum. Bir dost edindim kendime biliyorum; ama ne şekildesin, neye benzersin, yoksa benim içimdeki parçalardan yalnızca bir tanesi misin bilmiyorum. Açıkçası ilgilenmiyorum da. Yazmak güzel. Seni dinlediğini ve asla yargılamadığını bildiğin birine her şeyi anlatabilme fikri harikulade. Saçmaladım belki pek çok kez. Ama saçmalayabilmenin mutluluğunu da yaşadım karşında. Şimdi de aklımda bir fikirle gelmedim sana. Fikirsizliğin de yazılabilir bir durum olduğunu gösterme şeklim olabilir bu. Her neyse,  tekrardan merhaba...

Bahar geldi buralara. Sen sever misin bilmiyorum, ama baharları çok severim ben. O duyduğun ses çekirge sesi, çalan şarkının bir parçası değil. Ama pek yakıştılar birbirlerine sanki. Penceremin hemen ardında bir kedi yatıyor. O da dinliyor doğayı bence. Çalan şarkıyı sevdi mi acaba? Bilmiyorum, ama bir sonraki şarkı kediciğe armağanım olsun. 
Bahar diyordum, aslında birçok şey demek istiyorum ama önceliği bahara vereyim. Bütün o asık suratlı havalardan sonra gülen bir gökyüzünü görmek gibi bir şey baharın gelişi. Sebepsiz gülesim geliyor benim de. Şöyle ağacın altında bir bankta saatlerce oturup doğayı dinlemek istiyorum. Belki bir Orhan Veli okurum o anda. Liseden bu yana her bahar okurum bilirsin. Şiirlerinde rahattır ve çok basit görünen kelimelerle bir tablo çizer “O”. Kimsenin görmediği yerlere bakar durduğu yerden. Sıradanlığın ardındaki derinliği okur.  Gerçi pek çok şair bunu yapar ama Orhan Veli rahatlatır da insanı. Sıradan olmanın da güzel bir şey olabileceğini hatırlatır.  “Baharın İlk Sabahları”nı da şöyle anlatır:

Tüyden hafif olurum böyle sabahlar
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra çağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.

Sanırım ki günler hep güzel gidecek;
Her sabah böyle bahar;
Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum.
Derim ki: ´Sıkıntılar duradursun!´
Şairliğimle yetinir,
Avunurum.


Böylesine bir hafiflik işte benimkisi. Yollara düşme isteği çoğunlukla. Ne çok severim yolları da! Gitmek istediğim ülkelere ve tanımak istediğim yaşamlara götüren yollar… Baharın gelişiyle, doğayla birlikte içimdeki “gitme” arzusu da canlanır. Gideceğim yerden çok yolculuğun kendisi heyecanlandırır. Ataol Behramoğlu açarım belki bir ara ve kulak veririm ona da:
“Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
   Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
   Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
   Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın” 
Her mutluluğu yaşama özlemi! Ne güzel bir duygu değil mi? 
Şarkı listem sustu, çekirge sustu, kedicik de şarkıyı beğenmemiş olmalı ki çoktan gitti.  Fikirsizlikle geldim ve “ne anlattım” kaygısı gütmeden ben de susmak istiyorum. Belki mutlulukla gökyüzüne baktığın bir anda orada karşılaşırız. Ya da bir şiir kitabının aynı sayfasında buluşuruz. Böyle vedalaşır gibi konuştuğuma bakma, yine gelirim ben. Sık gelirim. Gitmeden de bana rüya gibi gelen bir şiiri sana okumak isterim:

Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş 

Mavilerde sefer etmek! 

Bir sahilden çözülüp gitmek 

Düşünceler gibi başıboş. 

Açsam rüzgara yelkenimi; 

Dolaşsam ben de deniz deniz 

Ve bir sabah vakti, kimsesiz 

Bir limanda bulsam kendimi. 

Bir limanda, büyük ve beyaz... 

Mercan adalarda bir liman.. 

Beyaz bulutların ardından 

Gelse altın ışıklı bir yaz. 

Doldursa içimi orada 

Baygın kokusu iğdelerin. 

Bilmese tadını kederin 

Bu her alemden uzak ada. 

Konsa rüya dolu köşkümün 

Çiçekli dalına serçeler…

Randy Edelman- Leap Year

26 Aralık 2020 Cumartesi

Yeni Yıla Girerken



Aralık ayının ortalarından sonra geçtiğimiz yılı uğurlama, gelecek yeni yılı karşılama hisleriyle doluyorum. Yazmak bu hislerimi paylaşmamın güzel bir yolu oluyor. Defterime değil de buraya yazmak istediğimi fark ettim bugün. Sanırım burada birinci tekil ağızdan yazılar yazmayı da çok seviyorum.

Evet, dünya açısından belirsizliğin yoğun olduğu günler yaşadık. Kayıplar, hastalık korkusu, sevdiklerimizle her zamanki doğallıkta görüşememeler... Bu konulardan o kadar çok bahsedildi ve üzerinde duruldu ki, Covid-19 etkileri üzerine bir şeyler ekleyesim yok. Hepimiz benzer şeyler yaşadık ve yaşıyoruz. Ben kendi iç dünyamdaki değişimler ve  dönüşümlerden bahsetmek istiyorum biraz. 



Evime olan bağlılığımın arttığını hissediyorum. Her zaman evde vakit geçirmeyi seven bir yanım oldu, ancak bu süreçte evimdeki her bir köşenin tadını sonuna kadar çıkarttığımı görüyorum. Evden çalışabiliyor olmak da iyi geldi. Zoom'dan yapılan görüşme ve toplantılar her ne kadar yüz yüze iletişim gibi değilse de, güzel yönleri de oldu. Bir şey itiraf edeyim mi? Meğer beni kendi iş alanım dışında yoran ne çok ilişki dinamiği varmış! O seslerden, dedikodu ve yanlış anlamalardan bir süre uzak kalmak, işimi yaptıktan sonra ya da iş aralarında bir kahve yapmak, sevdiceğimle sohbet etmek, sevdiğim bir müzik açmak harika hissettirdi. 

Sıkılmadım mı? Elbet sıkıldım. Bazen ruhumun enerjisi bedenime çok geldi. En uzaktaki markete gittim evin ihtiyaçları için, yürüyüşler yaptım. Bolca podcast yayını dinledim. Okumak istediğim kitapları okudum. Keyifli filmler/diziler izledim. 

Büyük kararlar aldım, hüsranla sonuçlanan girişimlerim neticesinde üzüldüğüm günlerim oldu. O süreçte duvarların üzerime üzerime geldiğini de hissettim. Biraz uzaklara gittim, sevdiğimle sevdiklerimi ziyaret ettim... Bazen evden, her şeyden uzaklaşmanın da iyi gelen yanları olabileceğini deneyimledim. Döndüğümde hüznüm daha anlamlı ve daha başa çıkılabilir düzeydeydi. 

Kendime şefkatle yaklaşabildiğimi gördüğüm bir yıl oldu. Sevdiklerimin kızdığım yönlerini kabul edince mi kendimi kabullendim, yoksa kendimi daha çok sevmeyi öğrenince mi çevremdeki insanlara olan anlayışım arttı bilmiyorum. Ama bu yeni öğrenmeler beni daha iyi bir noktaya taşıdı diyebilirim.

Eskiden duygularımı iyi olanlar ve kötü olanlar diye ayırdığımı fark ettim. Bu benim için önemli bir keşifti. Hüznü ve öfkeyi kötü olanlar diye ayırıp bundan kaçtıkça daha iyi olmadığımı gördüm. Tam tersine ortada üzücü bir olay varsa bu hüznü yaşamak; öfkeleniyorsam " Ne var bunda öfkelenecek canım?" diye kendimi yargılamadan evvel beni nelerin öfkelendirdiğini anlamaya çalışmak kendimle yeniden tanışmaya benziyordu. Hoş, bu bahsettiğim konudaki çalışmalarım yaşam boyu süreceğe benziyor, çünkü insanın hüznünü ve acısını yaşamaya izin vermesi bile çok zorlayıcı bir süreç olabiliyor. 

Bu keşifler hiç bitmeyecek ve bitmesin de! İçimde kocaman bir dünya var ve ben bu dünyanın bir gezgini olduğum için çok mutluyum. Her yeni adımda başka bir şey buluyorum. Eştikçe derinlerden nahoş anılar da çıkıyor, güzel anılar da.  Hepsi ruhumun haritasını oluşturuyor, biliyorum. 

İşte yılın bu vakitleri " Yaşamımda neleri temizledim, neleri dönüştürdüm ve neler ekledim?" kısımlarını düşünmek için çok güzel bir fırsat diye düşünüyorum. Yeni yılda nelerin olmasını istediğimi detaylı bir şekilde hiç düşünmedim. Zira 2021'de de sürprizler olabilir.


 Yine de neler olsun isterdim derseeem....: Kendi iç dünyama  karşı duyduğum bu merak hep olsun istiyorum. Sevmeler/sevilmeler bol olsun, mutluluklar olsun... Üzüntülerin olduğu yerde bolca şefkat olsun, bir parça çikolata da olabilir. Ağladıktan sonra bir parça çikolataya "hayır" demem :) Filmler, kitaplar ve şarkılar bebişlerim olur zaten. Sevdiğim insanları söylememe gerek bile yok ama evet sevdiklerim demişken sağlık elbet olsun. Amin. :)

11 Kasım 2020 Çarşamba

Bir Tutam Mutluluk

 

     
      O sabah yataktan kalkmak istemedim. Onca saat boyunca uyuduğum uyku beni dinlendirmek şöyle dursun, dört nala koşturmuş gibi nefes nefese bırakmıştı. Boğazıma kadar bir kuruluk hissettim. Gözlerimi açamadan, el yordamıyla bardağa uzandım. İçtiğim suyun bir kısmını yatağa dökmek beni biraz olsun uyandırmıştı. Söylene söylene kalktım ve yorgunluktan bitik vücudumu lavaboya kadar sürükledim. Yüzümü yıkayıp kuruladığımda, aynada küskün bir çift gözün bana baktığını fark ettim. "NE?!" dedim ona. "Yine ne var?!"

       Dolabımın kapağını açtım ve ütü gerektirmeyen bir şeyler aradım. Elime geçen kazak ve pantolonu üstüme geçirdim. Aynaya baktım. "Ehh... Bu sarı yüze ve şişmiş gözlere ne lazım?" dedim. Makyaj malzemelerime uzandım. Hızlıca bir göz kalemi ve ruj sürdüm. Ruj sürerken ağlayan palyaço resmi geldi aklıma. "Makyajımı tekrar yapacak vaktim yok, tamam mı?" dedim aynadakine. Çantamı hızlıca alarak çıktım. Tam otobüs durağına gelmiştim ki, "Kapıyı kilitledim mi, kilitlemedim mi?" sorusu takıldı aklıma. Geri dönsem mi, dönmesem mi diye düşünürken baktım otobüs geliyor, "Amaaan, altınlarım mı var sanki. Kilitlemişimdir hem." diyerek bindim otobüse. Şansıma cam kenarında bir yer buldum. Kulaklığımı taktım. "Aaron- lili " şarkısı çalmaya başladı. İngilizcem şarkının sözlerini tam olarak anlamama yetmiyordu; ancak müziğin tınısı, "lili" diye seslenişi içimde bir yerlere dokundu. Gözlerimin dolmasına mani olamadım ama bir baş sallamayla geçiştirmesini bildim. Zaten iki dakikaya inip diğer otobüse binmem gerekiyordu.

      İndiğimde temiz bir hava beni karşıladı. Öyle ya, dün akşam yağmur yağmıştı. Sabahtan beri ilk defa "Ohh" dedim. Yağmurdan sonraki temiz hava, ardından çıkan güneş...Güzel bir gün olacağa benziyordu. Sonra birden yine içimde o ümitsiz ağırlığı hissettim. O ağırlığa karşın derin nefesler alıp vermeye çalıştım. 

"Kısa bir süre de olsa bu temiz havayı içime çekeceğim tamam mı?" dedim kendime. Orada   kendimle anlaşmaya çalışırken yaşlı bir amcanın yanı başımda durduğunu bastonunu yere bir kez tıklatınca fark ettim. "Kızım bu otobüs kartı nereden dolduruluyor ?" diye sordu. Ben de sağıma yönelerek, karşıdaki büfeyi gösterdim: "Bakın orada doldurabilirsiniz." O teşekkür edip ağır adımlarla uzaklaşırken ben de tekrar saate baktım. "Erken de geldim, nerede kaldı bu otobüs?" diye sabırsızlanarak ayağa kalktım. Kısa bir süre sonra yanımda yine birinin dikildiğini duyumsadım ve döndüğümde yine aynı yaşlı amcayı gördüm. Elinde dün akşamki yağmurda ıslandığı belli bir tutam çiçek vardı. Bana uzattı, ben de  şaşkın bir şekilde aldım. Soran gözlerle baktım yaşlı amcaya. “Kızım senin ruhun güleç. Bak sen çok  şanslı bir insansın. Bunu unutma, bugünü unutma.” dedi. Ben şaşkınlıkla arkasından öylece “Teşekkür ederim” diye mırıldanırken, ağır adımlarla bastonuna yaslanarak uzaklaştı. Gülümseyerek baktım elimdeki çiçeğe. Çiçek miydi, onu bile bilmiyordum. Ama içimi sıcacık yaptı. Amcanın dediğine kulak vermek istedim ve bugünü unutmak istemedim. Fotoğrafını çektim çiçeğimin. Buraya da yazıyorum ki, unutmak mümkün olmasın. Günü kötü geçen, belki uzun bir süredir kalbi sıkışır gibi yaşayan, gün doğumunu mutlulukla karşılayamayanlar varsa aramızda sizlere de armağan etmek isterim çiçeğimi…

1 Eylül 2020 Salı

Okudum, Sevdim, Kendime Dost Edindim: Jane EYRE

     

                    

      Bu genç ve güzel kadın Charlotte Bronte. Şu an elimdeki kitabın, "Jane EYRE" nin yazarı. Jane EYRE ile ilgili kısma geçmeden önce yazarının hayatını merak ettim ve sizlerle de paylaşmak istedim. Nitekim, kitap beni öyle etkiledi ki: "Charlotte Bronte kimmiş kuzum?" dedim kendi kendime. 

      Charlotte Bronte 1816 yılında Yorkshire, İngiltere'de dünyada geliyor. Altı kardeşin üçüncüsü. Annesini henüz beş yaşındayken kanserden dolayı kaybediyor;  kendisi ve kardeşlerinin bakımıyla teyzesi ilgilenmeye başlıyor. 8 yaşındayken üç kız kardeşiyle birlikte yatılı okula başlıyor. Ancak okulun sağlık koşulları çok kötü olduğundan, bu okula ısınamıyor ve nitekim okulun sağlıksız koşulları nedeniyle iki kız kardeşini tüberkülozdan kaybediyor. Sonrasında dört kardeş, babalarının kütüphanesinde çok vakit geçiriyorlar ve edebiyata karşı ilgileri de bu yıllarda başlıyor. Kendilerine ait, düşsel bir alan kuruyorlar ve şiirler, hikayeler yazıyorlar. 

       Eğitimine Roe Head isimli okulda devam eden Bronte, eğitimini tamamladıktan sonra da bu okulda öğretmen olarak devam ediyor. Sonrasında da mürebbiyeliğe başlıyor ve yaklaşık iki yıl bu işi yapıyor. 1846'da kardeşleri Emily ve Anne ile erkek takma isimleri kullanarak bir şiir kitabı çıkarıyorlar. Çıkardıkları şiir kitabını yalnızca iki kişinin alması onları büyük hayal kırıklığına uğratsa da pes etmiyorlar. (Emily Bronte- Uğultulu Tepeler isimli romanın yazarı).1848 ve 1849 yıllarında üç kardeşini de çeşitli hastalıklardan kaybediyor Bronte. Babasıyla  bu yaşamda tek kalıyorlar ve o yıllarda "Jane Eyre" de edebiyat çevresinde epeyce ses getiriyor. 1954'te babasının yardımcısı Arthur Bell Nichollas ile evleniyor ve ne yazık ki hamileliğinin 9. ayında henüz 39 yaşındayken yaşama veda ediyor Charlotte Bronte.

        Yazarın yaşam öyküsü de kitap kadar etkiledi beni. Yaşadığı kayıplardan sonra edebiyat ile tanışması ne güzel olmuş, diye düşündüm. Sanatın ve tabiiki edebiyatın insan yaşamındaki o koruyucu, sağlamlaştırıcı etkisini düşündürdü bana. Elbette yazarın bunca kayıplar ve acılarla birlikte bu duyguları ve yaşantıları adeta yoğurarak bu eserleri ortaya koymasına da hayran kaldım. 



        Gelelim Jane Eyre'ye... Ahh sizi bilmem ama, kendimi bir kitabın içerisinde bu kadar kaybolmuş ve aynı zamanda da kendimi bir o kadar bulmuş hissetmeyeli bir hayli olmuştu! Bir kere Jane Eyre ne muazzam bir karakterdi. Onun çocukluğuna, gençliğine ve yetişkinlik zamanlarına şahitlik etmek; onun duygu ve düşünceleri ile yaşantısını irdelemek ne güzel bir eşlikti! Adeta Jane ile kitap boyunca güzel bir ahbaplık kurduk; kimi zaman da ben kendi  duygu ve düşüncelerimi dinledim gibi hissettim. Jane bendim sanki! Öncelikle sırf bu hissiyatları bende oluşturduğu için bile minnettarım.

        Yazarın yaşamından parçalar bulacaksınız Jane Eyre'de. Acı çekmiş ve bu acıyı  kendi içinde yoğurmuş insanların bu duyguyu size geçirmeleri  daha etkili mi oluyor acaba? Bunu da bir kenara bıraktım, 1800 'lü yıllarda şu cümlelerin bir kadın tarafından yazılmış olması beni o kadar gururlandırdı ki. Şöyle diyor o cümlelerde Bronte: 

               "Kadınların çoğunlukla çok sakin olduklarına inanılır. Ama, kadınlar da tıpkı erkekler gibi duygu sahibidir. Erkekler gibi onlar da zekâlarını, kabiliyetlerini işlemek için bir hareket alanına muhtaçtırlar. Üzerlerindeki baskı ağır, sürdükleri hayat çok durgun olursa acı çeker, bundan zarar görürler. Onlardan zamanı daha boş olan erkeklerin 'Kadınların yemek pişirip çorap örmekle, piyano çalıp nakış işlemekle yetinsin.' demeleri dar kafalılıktır! Bir kadın geleneklerin kendisi için yeterli gördüğü şeylerden daha fazlasını yapmak, öğrenmek isterse onu kınamak, alaya almak düşüncesizliktir."

         Jane Eyre ile benzediğimi düşündüğüm bir yerde şu şekilde bahsediyor kendisinden: "Kesin, buyurgan, sert karakterli kimselere karşı davranışım, oldum olası ya bütün bütün boyun eğmek ya da azimle başkaldırmak olmuştur. Her zaman da önce karşımdakinin iradesine boyun eğmişimdir, bardağı taşıran damlaya kadar; sonra, bir anda, kimi zaman bir yanardağ şiddetiyle patlayarak başkaldırmışımdır." 

        Bir okuyucu, kitaptaki bir karakterle nasıl bağ kurarsa o şekilde bir bağ hissediyorum ben de Jane ile. Bazen kitap aracılığı ile kurulan dostluklar, en az gerçek dünyadakiler kadar sahici olabiliyor. Karakterle  birlikte kendi iç dünyana da bir yolculuğa çıkıyorsun adeta. Kendi içine yaptığın yolculuklar ise hiç bitmiyor... İyi ki de bitmiyor! Bu insana has duygular, iyisi ve kötüsü diye ayırt etmeksizin hepsi ne kadar güzel... Ne mucizevi bir bütün!  Bak mesela şu içinden geçtiğimiz belirsiz günlerde "umut"ne demek derseniz, Jane Eyre'ye kulak verelim derim: 

            " Tam olarak bilemediğim birtakım güzel şeyler gelecekti başıma sanki... Bugün, yarın, önümüzdeki hafta, gelecek ay olmasa bile günlerden bir gün." 


Luigi Boccherini - Minuet - String Quintet

31 Ağustos 2020 Pazartesi

Damızlık Kızın Öyküsü

                      

        

              Özellikle de yaz tatilleri; yeni filmler, diziler ve kitaplar  keşfederek kendi varoluşuna farklı bakış açılarından bakma ve kimi yönlerini yeniden anlamlandırma için harika zaman dilimleri... Birçok dizi izledim ama bu diziye ayrı bir yazı yazmak istedim.
   
      Bir dünya düşünün... Doğum oranları oldukça az ve bunun sebebinin kadınlara atfedildiği (hiç şaşırtıcı gelmeyeceği üzere) bir durum söz konusu. Kadınların kullandığı doğum kontrol yöntemlerini kötü bulan, kadınların iş yaşamındaki varlığını olumsuz, toplumdaki varlığını ise sadece 'anne' rolüyle özdeşleştirmek isteyen bir düşünce yapısı ülkenin politikasına da hakim oluyor ve bir anda bu düşünce o ülkenin gerçeği oluyor. Her zaman olduğu gibi, bunu da dini inançları alet ederek yapıyorlar ve kötü niyetli erkeklerin lehine bir düzen kurulmuş oluyor. Her rütbeli haneye bir 'damızlık' kadın atanıyor. Bu kadının görevi de her doğurgan döneminde evin komutanıyla, komutanın eşi eşliğinde 'seramoni' de bulunmak; en açık şekliyle tecavüze uğramak ve o haneye bir çocuk vermek. Konusu bu şekilde ve diziyi de baş roldeki karakterimiz June Osborne'un gözünden izliyoruz.
    
          Dizinin kurgusu ve oyunculuklar gerçekten çok güzel. Bir kadın olarak toplumdaki ve dünyadaki yerimizi sorgulamak için de farklı bir pencere sunuyor hepimize. Böylesi bir dünyada hemcinsine karşı yapılanları ve de kendi özgürlüğüne yapılan darbeyi çocuk sahibi olabilmek için kabul edip destekleyen bir komutan eşi olmak mı? Özgürlüğü, kendi bedeni üzerindeki hakları gibi çocukları ve ailesi de elinden alınmış bir damızlık kadın  olarak boyun eğmek mi yoksa bu düzene elinden geldiği şekilde başkaldıran olmak mı? 

        Ütopik bir evrende geçen insan hakları ihlali konusunu izlerken bile çok kötü hissedebiliyor insan. Ki aslında günümüz dünyasında bile ne çok insan benzer kısıtlanmaları yaşıyor, şiddete maruz kalıyor, kendi hayatını yaşayamıyor. Oradaki bazı olaylarla  reeldeki olaylar arasında benzerlik gördükçe aynı karmaşık ruh halini hissettim: Çaresizlik, kızgınlık, hüzün. Temel hak ve özgürlükleri elinden alınmış güzel ruhlu insanlara dizide geçen bir replikle cevap vermek isterdim:
"Piçlerin seni ezmesine izin verme!!! "