12 Nisan 2021 Pazartesi

Baharın İlk Sabahları

 Çok sevdiğim müziklerden bir şarkı listesi yaptım ve karşındayım yine. Senin kim olduğunu bilmeden yıllardır yazıyorum. Bir dost edindim kendime biliyorum; ama ne şekildesin, neye benzersin, yoksa benim içimdeki parçalardan yalnızca bir tanesi misin bilmiyorum. Açıkçası ilgilenmiyorum da. Yazmak güzel. Seni dinlediğini ve asla yargılamadığını bildiğin birine her şeyi anlatabilme fikri harikulade. Saçmaladım belki pek çok kez. Ama saçmalayabilmenin mutluluğunu da yaşadım karşında. Şimdi de aklımda bir fikirle gelmedim sana. Fikirsizliğin de yazılabilir bir durum olduğunu gösterme şeklim olabilir bu. Her neyse,  tekrardan merhaba...

Bahar geldi buralara. Sen sever misin bilmiyorum, ama baharları çok severim ben. O duyduğun ses çekirge sesi, çalan şarkının bir parçası değil. Ama pek yakıştılar birbirlerine sanki. Penceremin hemen ardında bir kedi yatıyor. O da dinliyor doğayı bence. Çalan şarkıyı sevdi mi acaba? Bilmiyorum, ama bir sonraki şarkı kediciğe armağanım olsun. 
Bahar diyordum, aslında birçok şey demek istiyorum ama önceliği bahara vereyim. Bütün o asık suratlı havalardan sonra gülen bir gökyüzünü görmek gibi bir şey baharın gelişi. Sebepsiz gülesim geliyor benim de. Şöyle ağacın altında bir bankta saatlerce oturup doğayı dinlemek istiyorum. Belki bir Orhan Veli okurum o anda. Liseden bu yana her bahar okurum bilirsin. Şiirlerinde rahattır ve çok basit görünen kelimelerle bir tablo çizer “O”. Kimsenin görmediği yerlere bakar durduğu yerden. Sıradanlığın ardındaki derinliği okur.  Gerçi pek çok şair bunu yapar ama Orhan Veli rahatlatır da insanı. Sıradan olmanın da güzel bir şey olabileceğini hatırlatır.  “Baharın İlk Sabahları”nı da şöyle anlatır:

Tüyden hafif olurum böyle sabahlar
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra çağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.

Sanırım ki günler hep güzel gidecek;
Her sabah böyle bahar;
Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum.
Derim ki: ´Sıkıntılar duradursun!´
Şairliğimle yetinir,
Avunurum.


Böylesine bir hafiflik işte benimkisi. Yollara düşme isteği çoğunlukla. Ne çok severim yolları da! Gitmek istediğim ülkelere ve tanımak istediğim yaşamlara götüren yollar… Baharın gelişiyle, doğayla birlikte içimdeki “gitme” arzusu da canlanır. Gideceğim yerden çok yolculuğun kendisi heyecanlandırır. Ataol Behramoğlu açarım belki bir ara ve kulak veririm ona da:
“Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
   Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
   Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
   Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın” 
Her mutluluğu yaşama özlemi! Ne güzel bir duygu değil mi? 
Şarkı listem sustu, çekirge sustu, kedicik de şarkıyı beğenmemiş olmalı ki çoktan gitti.  Fikirsizlikle geldim ve “ne anlattım” kaygısı gütmeden ben de susmak istiyorum. Belki mutlulukla gökyüzüne baktığın bir anda orada karşılaşırız. Ya da bir şiir kitabının aynı sayfasında buluşuruz. Böyle vedalaşır gibi konuştuğuma bakma, yine gelirim ben. Sık gelirim. Gitmeden de bana rüya gibi gelen bir şiiri sana okumak isterim:

Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş 

Mavilerde sefer etmek! 

Bir sahilden çözülüp gitmek 

Düşünceler gibi başıboş. 

Açsam rüzgara yelkenimi; 

Dolaşsam ben de deniz deniz 

Ve bir sabah vakti, kimsesiz 

Bir limanda bulsam kendimi. 

Bir limanda, büyük ve beyaz... 

Mercan adalarda bir liman.. 

Beyaz bulutların ardından 

Gelse altın ışıklı bir yaz. 

Doldursa içimi orada 

Baygın kokusu iğdelerin. 

Bilmese tadını kederin 

Bu her alemden uzak ada. 

Konsa rüya dolu köşkümün 

Çiçekli dalına serçeler…

Randy Edelman- Leap Year

26 Aralık 2020 Cumartesi

Yeni Yıla Girerken



Aralık ayının ortalarından sonra geçtiğimiz yılı uğurlama, gelecek yeni yılı karşılama hisleriyle doluyorum. Yazmak bu hislerimi paylaşmamın güzel bir yolu oluyor. Defterime değil de buraya yazmak istediğimi fark ettim bugün. Sanırım burada birinci tekil ağızdan yazılar yazmayı da çok seviyorum.

Evet, dünya açısından belirsizliğin yoğun olduğu günler yaşadık. Kayıplar, hastalık korkusu, sevdiklerimizle her zamanki doğallıkta görüşememeler... Bu konulardan o kadar çok bahsedildi ve üzerinde duruldu ki, Covid-19 etkileri üzerine bir şeyler ekleyesim yok. Hepimiz benzer şeyler yaşadık ve yaşıyoruz. Ben kendi iç dünyamdaki değişimler ve  dönüşümlerden bahsetmek istiyorum biraz. 



Evime olan bağlılığımın arttığını hissediyorum. Her zaman evde vakit geçirmeyi seven bir yanım oldu, ancak bu süreçte evimdeki her bir köşenin tadını sonuna kadar çıkarttığımı görüyorum. Evden çalışabiliyor olmak da iyi geldi. Zoom'dan yapılan görüşme ve toplantılar her ne kadar yüz yüze iletişim gibi değilse de, güzel yönleri de oldu. Bir şey itiraf edeyim mi? Meğer beni kendi iş alanım dışında yoran ne çok ilişki dinamiği varmış! O seslerden, dedikodu ve yanlış anlamalardan bir süre uzak kalmak, işimi yaptıktan sonra ya da iş aralarında bir kahve yapmak, sevdiceğimle sohbet etmek, sevdiğim bir müzik açmak harika hissettirdi. 

Sıkılmadım mı? Elbet sıkıldım. Bazen ruhumun enerjisi bedenime çok geldi. En uzaktaki markete gittim evin ihtiyaçları için, yürüyüşler yaptım. Bolca podcast yayını dinledim. Okumak istediğim kitapları okudum. Keyifli filmler/diziler izledim. 

Büyük kararlar aldım, hüsranla sonuçlanan girişimlerim neticesinde üzüldüğüm günlerim oldu. O süreçte duvarların üzerime üzerime geldiğini de hissettim. Biraz uzaklara gittim, sevdiğimle sevdiklerimi ziyaret ettim... Bazen evden, her şeyden uzaklaşmanın da iyi gelen yanları olabileceğini deneyimledim. Döndüğümde hüznüm daha anlamlı ve daha başa çıkılabilir düzeydeydi. 

Kendime şefkatle yaklaşabildiğimi gördüğüm bir yıl oldu. Sevdiklerimin kızdığım yönlerini kabul edince mi kendimi kabullendim, yoksa kendimi daha çok sevmeyi öğrenince mi çevremdeki insanlara olan anlayışım arttı bilmiyorum. Ama bu yeni öğrenmeler beni daha iyi bir noktaya taşıdı diyebilirim.

Eskiden duygularımı iyi olanlar ve kötü olanlar diye ayırdığımı fark ettim. Bu benim için önemli bir keşifti. Hüznü ve öfkeyi kötü olanlar diye ayırıp bundan kaçtıkça daha iyi olmadığımı gördüm. Tam tersine ortada üzücü bir olay varsa bu hüznü yaşamak; öfkeleniyorsam " Ne var bunda öfkelenecek canım?" diye kendimi yargılamadan evvel beni nelerin öfkelendirdiğini anlamaya çalışmak kendimle yeniden tanışmaya benziyordu. Hoş, bu bahsettiğim konudaki çalışmalarım yaşam boyu süreceğe benziyor, çünkü insanın hüznünü ve acısını yaşamaya izin vermesi bile çok zorlayıcı bir süreç olabiliyor. 

Bu keşifler hiç bitmeyecek ve bitmesin de! İçimde kocaman bir dünya var ve ben bu dünyanın bir gezgini olduğum için çok mutluyum. Her yeni adımda başka bir şey buluyorum. Eştikçe derinlerden nahoş anılar da çıkıyor, güzel anılar da.  Hepsi ruhumun haritasını oluşturuyor, biliyorum. 

İşte yılın bu vakitleri " Yaşamımda neleri temizledim, neleri dönüştürdüm ve neler ekledim?" kısımlarını düşünmek için çok güzel bir fırsat diye düşünüyorum. Yeni yılda nelerin olmasını istediğimi detaylı bir şekilde hiç düşünmedim. Zira 2021'de de sürprizler olabilir.


 Yine de neler olsun isterdim derseeem....: Kendi iç dünyama  karşı duyduğum bu merak hep olsun istiyorum. Sevmeler/sevilmeler bol olsun, mutluluklar olsun... Üzüntülerin olduğu yerde bolca şefkat olsun, bir parça çikolata da olabilir. Ağladıktan sonra bir parça çikolataya "hayır" demem :) Filmler, kitaplar ve şarkılar bebişlerim olur zaten. Sevdiğim insanları söylememe gerek bile yok ama evet sevdiklerim demişken sağlık elbet olsun. Amin. :)

11 Kasım 2020 Çarşamba

Bir Tutam Mutluluk

 

     
      O sabah yataktan kalkmak istemedim. Onca saat boyunca uyuduğum uyku beni dinlendirmek şöyle dursun, dört nala koşturmuş gibi nefes nefese bırakmıştı. Boğazıma kadar bir kuruluk hissettim. Gözlerimi açamadan, el yordamıyla bardağa uzandım. İçtiğim suyun bir kısmını yatağa dökmek beni biraz olsun uyandırmıştı. Söylene söylene kalktım ve yorgunluktan bitik vücudumu lavaboya kadar sürükledim. Yüzümü yıkayıp kuruladığımda, aynada küskün bir çift gözün bana baktığını fark ettim. "NE?!" dedim ona. "Yine ne var?!"

       Dolabımın kapağını açtım ve ütü gerektirmeyen bir şeyler aradım. Elime geçen kazak ve pantolonu üstüme geçirdim. Aynaya baktım. "Ehh... Bu sarı yüze ve şişmiş gözlere ne lazım?" dedim. Makyaj malzemelerime uzandım. Hızlıca bir göz kalemi ve ruj sürdüm. Ruj sürerken ağlayan palyaço resmi geldi aklıma. "Makyajımı tekrar yapacak vaktim yok, tamam mı?" dedim aynadakine. Çantamı hızlıca alarak çıktım. Tam otobüs durağına gelmiştim ki, "Kapıyı kilitledim mi, kilitlemedim mi?" sorusu takıldı aklıma. Geri dönsem mi, dönmesem mi diye düşünürken baktım otobüs geliyor, "Amaaan, altınlarım mı var sanki. Kilitlemişimdir hem." diyerek bindim otobüse. Şansıma cam kenarında bir yer buldum. Kulaklığımı taktım. "Aaron- lili " şarkısı çalmaya başladı. İngilizcem şarkının sözlerini tam olarak anlamama yetmiyordu; ancak müziğin tınısı, "lili" diye seslenişi içimde bir yerlere dokundu. Gözlerimin dolmasına mani olamadım ama bir baş sallamayla geçiştirmesini bildim. Zaten iki dakikaya inip diğer otobüse binmem gerekiyordu.

      İndiğimde temiz bir hava beni karşıladı. Öyle ya, dün akşam yağmur yağmıştı. Sabahtan beri ilk defa "Ohh" dedim. Yağmurdan sonraki temiz hava, ardından çıkan güneş...Güzel bir gün olacağa benziyordu. Sonra birden yine içimde o ümitsiz ağırlığı hissettim. O ağırlığa karşın derin nefesler alıp vermeye çalıştım. 

"Kısa bir süre de olsa bu temiz havayı içime çekeceğim tamam mı?" dedim kendime. Orada   kendimle anlaşmaya çalışırken yaşlı bir amcanın yanı başımda durduğunu bastonunu yere bir kez tıklatınca fark ettim. "Kızım bu otobüs kartı nereden dolduruluyor ?" diye sordu. Ben de sağıma yönelerek, karşıdaki büfeyi gösterdim: "Bakın orada doldurabilirsiniz." O teşekkür edip ağır adımlarla uzaklaşırken ben de tekrar saate baktım. "Erken de geldim, nerede kaldı bu otobüs?" diye sabırsızlanarak ayağa kalktım. Kısa bir süre sonra yanımda yine birinin dikildiğini duyumsadım ve döndüğümde yine aynı yaşlı amcayı gördüm. Elinde dün akşamki yağmurda ıslandığı belli bir tutam çiçek vardı. Bana uzattı, ben de  şaşkın bir şekilde aldım. Soran gözlerle baktım yaşlı amcaya. “Kızım senin ruhun güleç. Bak sen çok  şanslı bir insansın. Bunu unutma, bugünü unutma.” dedi. Ben şaşkınlıkla arkasından öylece “Teşekkür ederim” diye mırıldanırken, ağır adımlarla bastonuna yaslanarak uzaklaştı. Gülümseyerek baktım elimdeki çiçeğe. Çiçek miydi, onu bile bilmiyordum. Ama içimi sıcacık yaptı. Amcanın dediğine kulak vermek istedim ve bugünü unutmak istemedim. Fotoğrafını çektim çiçeğimin. Buraya da yazıyorum ki, unutmak mümkün olmasın. Günü kötü geçen, belki uzun bir süredir kalbi sıkışır gibi yaşayan, gün doğumunu mutlulukla karşılayamayanlar varsa aramızda sizlere de armağan etmek isterim çiçeğimi…

1 Eylül 2020 Salı

Okudum, Sevdim, Kendime Dost Edindim: Jane EYRE

     

                    

      Bu genç ve güzel kadın Charlotte Bronte. Şu an elimdeki kitabın, "Jane EYRE" nin yazarı. Jane EYRE ile ilgili kısma geçmeden önce yazarının hayatını merak ettim ve sizlerle de paylaşmak istedim. Nitekim, kitap beni öyle etkiledi ki: "Charlotte Bronte kimmiş kuzum?" dedim kendi kendime. 

      Charlotte Bronte 1816 yılında Yorkshire, İngiltere'de dünyada geliyor. Altı kardeşin üçüncüsü. Annesini henüz beş yaşındayken kanserden dolayı kaybediyor;  kendisi ve kardeşlerinin bakımıyla teyzesi ilgilenmeye başlıyor. 8 yaşındayken üç kız kardeşiyle birlikte yatılı okula başlıyor. Ancak okulun sağlık koşulları çok kötü olduğundan, bu okula ısınamıyor ve nitekim okulun sağlıksız koşulları nedeniyle iki kız kardeşini tüberkülozdan kaybediyor. Sonrasında dört kardeş, babalarının kütüphanesinde çok vakit geçiriyorlar ve edebiyata karşı ilgileri de bu yıllarda başlıyor. Kendilerine ait, düşsel bir alan kuruyorlar ve şiirler, hikayeler yazıyorlar. 

       Eğitimine Roe Head isimli okulda devam eden Bronte, eğitimini tamamladıktan sonra da bu okulda öğretmen olarak devam ediyor. Sonrasında da mürebbiyeliğe başlıyor ve yaklaşık iki yıl bu işi yapıyor. 1846'da kardeşleri Emily ve Anne ile erkek takma isimleri kullanarak bir şiir kitabı çıkarıyorlar. Çıkardıkları şiir kitabını yalnızca iki kişinin alması onları büyük hayal kırıklığına uğratsa da pes etmiyorlar. (Emily Bronte- Uğultulu Tepeler isimli romanın yazarı).1848 ve 1849 yıllarında üç kardeşini de çeşitli hastalıklardan kaybediyor Bronte. Babasıyla  bu yaşamda tek kalıyorlar ve o yıllarda "Jane Eyre" de edebiyat çevresinde epeyce ses getiriyor. 1954'te babasının yardımcısı Arthur Bell Nichollas ile evleniyor ve ne yazık ki hamileliğinin 9. ayında henüz 39 yaşındayken yaşama veda ediyor Charlotte Bronte.

        Yazarın yaşam öyküsü de kitap kadar etkiledi beni. Yaşadığı kayıplardan sonra edebiyat ile tanışması ne güzel olmuş, diye düşündüm. Sanatın ve tabiiki edebiyatın insan yaşamındaki o koruyucu, sağlamlaştırıcı etkisini düşündürdü bana. Elbette yazarın bunca kayıplar ve acılarla birlikte bu duyguları ve yaşantıları adeta yoğurarak bu eserleri ortaya koymasına da hayran kaldım. 



        Gelelim Jane Eyre'ye... Ahh sizi bilmem ama, kendimi bir kitabın içerisinde bu kadar kaybolmuş ve aynı zamanda da kendimi bir o kadar bulmuş hissetmeyeli bir hayli olmuştu! Bir kere Jane Eyre ne muazzam bir karakterdi. Onun çocukluğuna, gençliğine ve yetişkinlik zamanlarına şahitlik etmek; onun duygu ve düşünceleri ile yaşantısını irdelemek ne güzel bir eşlikti! Adeta Jane ile kitap boyunca güzel bir ahbaplık kurduk; kimi zaman da ben kendi  duygu ve düşüncelerimi dinledim gibi hissettim. Jane bendim sanki! Öncelikle sırf bu hissiyatları bende oluşturduğu için bile minnettarım.

        Yazarın yaşamından parçalar bulacaksınız Jane Eyre'de. Acı çekmiş ve bu acıyı  kendi içinde yoğurmuş insanların bu duyguyu size geçirmeleri  daha etkili mi oluyor acaba? Bunu da bir kenara bıraktım, 1800 'lü yıllarda şu cümlelerin bir kadın tarafından yazılmış olması beni o kadar gururlandırdı ki. Şöyle diyor o cümlelerde Bronte: 

               "Kadınların çoğunlukla çok sakin olduklarına inanılır. Ama, kadınlar da tıpkı erkekler gibi duygu sahibidir. Erkekler gibi onlar da zekâlarını, kabiliyetlerini işlemek için bir hareket alanına muhtaçtırlar. Üzerlerindeki baskı ağır, sürdükleri hayat çok durgun olursa acı çeker, bundan zarar görürler. Onlardan zamanı daha boş olan erkeklerin 'Kadınların yemek pişirip çorap örmekle, piyano çalıp nakış işlemekle yetinsin.' demeleri dar kafalılıktır! Bir kadın geleneklerin kendisi için yeterli gördüğü şeylerden daha fazlasını yapmak, öğrenmek isterse onu kınamak, alaya almak düşüncesizliktir."

         Jane Eyre ile benzediğimi düşündüğüm bir yerde şu şekilde bahsediyor kendisinden: "Kesin, buyurgan, sert karakterli kimselere karşı davranışım, oldum olası ya bütün bütün boyun eğmek ya da azimle başkaldırmak olmuştur. Her zaman da önce karşımdakinin iradesine boyun eğmişimdir, bardağı taşıran damlaya kadar; sonra, bir anda, kimi zaman bir yanardağ şiddetiyle patlayarak başkaldırmışımdır." 

        Bir okuyucu, kitaptaki bir karakterle nasıl bağ kurarsa o şekilde bir bağ hissediyorum ben de Jane ile. Bazen kitap aracılığı ile kurulan dostluklar, en az gerçek dünyadakiler kadar sahici olabiliyor. Karakterle  birlikte kendi iç dünyana da bir yolculuğa çıkıyorsun adeta. Kendi içine yaptığın yolculuklar ise hiç bitmiyor... İyi ki de bitmiyor! Bu insana has duygular, iyisi ve kötüsü diye ayırt etmeksizin hepsi ne kadar güzel... Ne mucizevi bir bütün!  Bak mesela şu içinden geçtiğimiz belirsiz günlerde "umut"ne demek derseniz, Jane Eyre'ye kulak verelim derim: 

            " Tam olarak bilemediğim birtakım güzel şeyler gelecekti başıma sanki... Bugün, yarın, önümüzdeki hafta, gelecek ay olmasa bile günlerden bir gün." 


Luigi Boccherini - Minuet - String Quintet

31 Ağustos 2020 Pazartesi

Damızlık Kızın Öyküsü

                      

        

              Özellikle de yaz tatilleri; yeni filmler, diziler ve kitaplar  keşfederek kendi varoluşuna farklı bakış açılarından bakma ve kimi yönlerini yeniden anlamlandırma için harika zaman dilimleri... Birçok dizi izledim ama bu diziye ayrı bir yazı yazmak istedim.
   
      Bir dünya düşünün... Doğum oranları oldukça az ve bunun sebebinin kadınlara atfedildiği (hiç şaşırtıcı gelmeyeceği üzere) bir durum söz konusu. Kadınların kullandığı doğum kontrol yöntemlerini kötü bulan, kadınların iş yaşamındaki varlığını olumsuz, toplumdaki varlığını ise sadece 'anne' rolüyle özdeşleştirmek isteyen bir düşünce yapısı ülkenin politikasına da hakim oluyor ve bir anda bu düşünce o ülkenin gerçeği oluyor. Her zaman olduğu gibi, bunu da dini inançları alet ederek yapıyorlar ve kötü niyetli erkeklerin lehine bir düzen kurulmuş oluyor. Her rütbeli haneye bir 'damızlık' kadın atanıyor. Bu kadının görevi de her doğurgan döneminde evin komutanıyla, komutanın eşi eşliğinde 'seramoni' de bulunmak; en açık şekliyle tecavüze uğramak ve o haneye bir çocuk vermek. Konusu bu şekilde ve diziyi de baş roldeki karakterimiz June Osborne'un gözünden izliyoruz.
    
          Dizinin kurgusu ve oyunculuklar gerçekten çok güzel. Bir kadın olarak toplumdaki ve dünyadaki yerimizi sorgulamak için de farklı bir pencere sunuyor hepimize. Böylesi bir dünyada hemcinsine karşı yapılanları ve de kendi özgürlüğüne yapılan darbeyi çocuk sahibi olabilmek için kabul edip destekleyen bir komutan eşi olmak mı? Özgürlüğü, kendi bedeni üzerindeki hakları gibi çocukları ve ailesi de elinden alınmış bir damızlık kadın  olarak boyun eğmek mi yoksa bu düzene elinden geldiği şekilde başkaldıran olmak mı? 

        Ütopik bir evrende geçen insan hakları ihlali konusunu izlerken bile çok kötü hissedebiliyor insan. Ki aslında günümüz dünyasında bile ne çok insan benzer kısıtlanmaları yaşıyor, şiddete maruz kalıyor, kendi hayatını yaşayamıyor. Oradaki bazı olaylarla  reeldeki olaylar arasında benzerlik gördükçe aynı karmaşık ruh halini hissettim: Çaresizlik, kızgınlık, hüzün. Temel hak ve özgürlükleri elinden alınmış güzel ruhlu insanlara dizide geçen bir replikle cevap vermek isterdim:
"Piçlerin seni ezmesine izin verme!!! "


       
 
      

9 Ağustos 2016 Salı

AYNADAKİ YAŞLI KADIN, RÜZGAR VE FİLMDEKİ ADAM


              Sana gökyüzü manzaralı yatağımdan bahsetmiştim değil mi?

            Hani lisedeyken uzanıp saatlerce gökyüzünü seyre daldığım, kuş sesleri eşliğinde uyuduğum yatağım var ya, işte o!

            O yatakta uzanırken her şey o kadar olması muhtemel gelirdi ki!

 Bazen hayal ve gerçeklik algım birbirine karışırdı. Önümdeki yaşayacağım seneleri düşünür ve içim coşkuyla dolardı.          

            Yapacaktım! Henüz tam olarak ne yapacağıma karar vermemiştim; ama her ne olursa olsun yapacaktım.

Nerede olmak istiyorsam orada olup; hayatımı toplum yargılarına takılmadan şekillendirecektim. İçimdeki mahkemeye başvuracaktım vicdani muhasebe yaparken. Şayet bir şey danışmam gerekiyorsa, içimdeki bilge kişilik ne güne duruyordu! O bilirdi! Er ya da geç bana doğru olanı söylerdi her durumda.

           
 Sonra ne mi oldu?

            Dediğim gibi oldu.
            Ancak girdiğim yollar bazen öyle çetrefilli geldi ki, kim olduğumu bilmediğimi düşündüğüm zaman dilimleri yaşadım.

            Öyle anlardı ki onlar, yaşayan ve seyirci olan bir ‘ben’ vardı . Ama benim ruhum daha çok, yaşayan beni şaşkınlıkla izleyen seyirci bene aitti.

            Hayatımdaki değişimlerin hızına anlam veremiyordum.

            Kimlik algım gibi, yer ve zaman algım da bozulmuştu adeta.,

            Ben kimdim? Burası neresiydi ya da neden buradaydım? Yaşım 22 miydi gerçekten?
            Aynada beni izleyen gözler yaşlı bir kadına aitti oysa!

            Hayatımdaki değişimler ruhumda deprem etkisi yaratmıştı ve üstüne bastığım zemin bir türlü yerine oturmuyor, başım dönüyordu…

            “Zaman” diyordu aynadaki yaşlı kadın.

            Üzgün ânımda esen rüzgar “Zamana bırak.” diye fısıldıyordu.

            İzlediğim filmdeki başrol oyuncusu bile hüznümü fark edip oynadığı filmden başını uzatıyor ve “Rahatla” diyordu, “Zaman her şeyi halledecek…”

Ya hayatımdaki her şey çok çılgındı, ya da ben kafayı yemiştim! İkincisi mantıklı olandı.


 Sonra…

Aylar sonra…

Yeniden nefes aldığımı hissettim.

Birden kalbimde ve zihnimde bir aydınlanma hissetmiştim.

“Başardım!” dedim aynadaki yaşlı kadına. “Anlamanı bekledim” dedi her şeyi bilen bakışlarıyla.

 Gökyüzünü izlerken her şeyi yapacağını düşünen o küçük kızdan daha fazlasıydım. Yapıyordum!

Kalbimin sesini dinliyordum. Ve bu yolda ayağıma takılan dikenler canımı acıtsa da yolumdan alıkoyamıyordu beni.

Filmdeki adam başını çıkardı tekrar ve “Bak bu şarkı senin için. Dinle küçük kuş!” dedi. Uçarcasına dinledim ve bu sefer filme ben girip dans ettim onunla. Bu dansı ona borçluydum!

Uzun bir dengesizlik süreci neticesinde yeniden dengeye oturtmuştum sanki hayatımdaki parçaları.

Bu hissiyatlar içerisinde anı sandığımı karıştırırken çocukluğumdan bu yana benimle olan  kitabımın arasından bir kağıt düştü. Ta o zamanlardan kendimi bulduğum ve sakladığım bir şiir vardı içinde…Sanki benim için yazılmıştı!


Seni karanlıkta yatırıyorlar.
Korkuyorsun geceden:
Bakıp bakıp pencereden,
Yatağına sokuluyorsun.

Ben hep eski yerimdeyim, biliyorsun.
Hava açık olduğu zamanlar
Beni seyrediyor, seviniyorsun.

Ne olurdu, ben de,
Sana göründüğüm şekilde
Odana gelseydim.
Ateşböcekleri gibi,
Küçücük avucunda
Yanıp yanıp sönseydim.

Seneler geçip gider, büyürsün.
Bir gün olur, hepsi biter:
Endişeler, o çocuk üzüntün
Hepsi biter.
Aydınlanır seninçin geceler, 
güneş gibi görünürsün.

Biraz sabır, küçük çocuk, biraz sabır.
Ama Allah'ın koyduğu yerde,
                                                              Yıldızlar daima yalnızdır. 
            

28 Ocak 2016 Perşembe

Bir mutluluk şarkısıdır tutturmuşum :)

Yine, bir yazımda daha yazmak istediklerim ve "Nerden başlamalıyım?" ikilemi içersinde geldim buraya. Şu arada geçen süreçte yaşadığım hisleri ve değişimi nasıl anlatmalı ki? İyisi mi, ben yine aklıma gelenleri hemen buraya aktarayım. Sabırsızım çünkü.

Cannım bloğum; en son sana bilinmezlikle dolu bir evrede, biraz sıkılmışlık ama her zamanki gibi umutla dolu günlerimi anlatmıştım. O yazıdan sonra yine uzunca bir süre gelemedim. Geldim de yazamadım daha doğrusu. İçimde bazı yollar vardı sanki ve hepsi de yarımdı.( Hahaha, kahve falı cümleleri gibi oldu bu:) İçimdeki belirsiz şekillerin bir tabloya dönüştüğünü görmeden, bazı duygularım olgunlaşmadan ne yazacağımı da bilemedim. O tabloyu görünce de yazmadan edemedim. İşte burdayım!

Peki neler yaptım bunca zaman? 
Yürüdüm. Taktım kulağıma kulaklığımı, müziğin sakinleştirici kimi zaman da coşkulandıran ezgisi eşliğinde alabildiğine yürüdüm. Başta sağlık için diyordum bu yürüyüşlere. Kalori hesabı filan yapıyordum. Sonra benim için terapi seansları haline geldi. Bilmediğim yollara girdim kimi zaman. Mevsimlerin doğaya etkisini gözlemlerken kendi değişim sürecimi de inceleme fırsatım oldu. Gökyüzüne eskiden olduğu gibi çocuksu heyecanla bakmaya başladım. Az önce güneşliyken, hafiften yağmaya başlayan sonrasında gökkuşağıyla adeta bana gülümseyen havaya şaşırdım yine. Aklımdan olumsuz bir düşünce geçtiğinde rüzgar esti usulca. Tenimi okşadı. Gülümsedim :) Sonra aynı rüzgarın,  bu soğuğa rağmen yeşil kalmayı becerebilmiş çimler üzerindeki dans ettirici etkisini gördüm mutlulukla. Doğa kucağını açmıştı sanki bana ve ben ne zaman üzgün hissetsem beni sakinleştiriyordu. Kimi zaman istemeye istemeye başladığım yürüyüşlerim, hayatı başka bir açıdan anlamaya başladığım sakinlik hissiyle bitiyordu. Yarın bir yenisi ekleniyordu. Sonraki gün başka bir tanesi daha...


Yürümek yetmedi sonra. Önceden beridir spor salonuna gitme hayalim vardı. Şu boş geçen vaktimde bedenime verdiğim sözü hatırladım ve hemen gidip yazıldım salona. Sırf üşengeçliğinden, uzakta duran modemi açmak için bile kırk takla atan ben, her gün düzenli olarak spora gittim. Yürüdüm, koştum, bedenimi zorladım. Zorlandıkça rahatladım. Nefes nefese kaldığım, "Ayy valla öldüm. Bittim." dediğim anlarımda da durmadım. Devam ettim. Her gün kendime bazı hedefler koyuyordum ve günün sonunda eve o hedeflere ulaşmanın tatlı hissiyle dönüyordum. "Aferin kızıma." diyordum içimden. Ruhsal dünyamdaki ferahlatıcı etkisi kadar bedenim üzerinde de etkisi oldu kısa sürede.  Yeni insanlarla tanıştım sonra. Kimileriyle hayatın benzer aşamasından geçiyordum. Onlar da benimkine benzer hisler duyuyordu. Yalnız olmadığımı bilmek beni daha da mutlu etti. 

İki aya varan spor salonu maceramdan sonra yeniden açık havada yürüyüşlerimi özlediğimi fark ettim. Yeniden düştüm yollara. Yeni yollar ve yeni müzikler keşfediyorum şimdilerde. Kendime dair yaptığım keşifler ise belki de en değerli olanları: 
Kaybolmaktan, hatta bazen kendi düşüncelerimde doğru yolu bulamamaktan bile korkmuyorum artık. Çünkü her kayboluşta, her girdiğim yeni yolda yeni güzelliklerin de saklı olduğunu biliyorum. Düşüncelerimde kayboldukça da başka güzel fikirlerin dünyasına doğru yol alıyorum.
Yalnızlığımı seviyorum. İnsanları da çok seviyorum ama bir gün yalnız kalsam da kendimi mutlu edebileceğimi biliyorum. 
Olmasını istediğim konular hakkında ne kadar düşünürsem düşüneyim, su akıyor ve kendi yolunu buluyor. Elimden geleni yaptığım bir konuda, geriye sadece hayatın benim için hazırladığı sürprizleri kucaklamak ve o sürprizlerde mutluluğu bulmak kalıyor.  
Hayattaki bir çok şey gibi, vücudumun da zorlandığında daha iyi çalıştığını gördüm. Zorlanmak güzeldir dedim kendime :) Beni zorlayan her şey beni olgunlaştırdı, daha güzel bir yola sevk etti. Hepsine teşekkür ettim ve hepsini sevdim :)
Bedenim ve yaşım beni daha olgun olmam gereken evrelere doğru götürürken, çocuksu yanıma onu asla bırakmayacağıma dair söz verdim. Ona aslında her zamankinden çok ihtiyacım var benim. Onun o hayal gücüne, merakına ve şaşkınlığına ihtiyacım var. O varken, yağan yağmurda bile delice mutlu olabileceğimi biliyorum. İyi ki varsın çocuksu yanım :)
Ve duyguların belki de en güzeli...Umut. Umut etmenin ve hayal kurmanın beni hiç hayal kırıklığına düşürdüğünü görmedim. Yalnızca, bazen daha dolambaçlı yollarda daha çok şey anlamamı sağladılar. 
Umut varsa zaten mutluluk da orada. Umutlarımla, hayat yolculuğumun bundan sonraki evresine dair kurduğum hayallerimle her zamankinden daha güçlüyüm. :) 
Hayatımda olan her şeye; zorluklara, mutluluklara, hüzünlere, güzelliklere, bilinmezliklere...kısaca her şeye ve de herkese teşekkür etmek istiyorum şimdi :) İyi ki benimlesiniz.