2 Mayıs 2023 Salı

Only Murders in the Building



         

        Bir süredir ismini çokça duyduğum, ilgimi çeken bir diziydi "Only Murders in the Building" dizisi. Nihayet izlemeye başladım ve ilk sezon çabucak bitti bile. İkinci sezona geçmeden yazmak istedim, çünkü kendisini pek bi sevdim. 

     Arconia adlı  apartmanda yaşanan cinayetle başlıyor dizi. Üç birbirine benzemeyen, ancak aynı cinayet podcast serisini izleyen apartman sakininin  bu cinayet sonrası bir araya gelişini izliyoruz. Podcast dinlemeyi sevdiğim için, yollarının bu şekilde kesişmesi de hoşuma giden detaylardan oldu. Onun öncesinde oldukça asgari düzeyde olan iletişimleri, apartmanlarında yaşanan cinayeti aydınlatma adına bir dostluğa dönüşüyor.   Kendi cinayet podcast yayınını  yapmaya başlıyorlar. 
   
    Steve Martin'in ses tonuna bir kez daha hayran kaldığım, Martin Short'un Oliver Putnam'ı oynamadığı adeta Oliver Putnam olduğu dizide, Selena Gomez'in de gayet iyi bir iş çıkardığını söyleyebilirim. Mabel Mora gibi bir karakter için gayet iyi bir seçim olmuş Selena. 




        Ben dizilerde en çok samimiyet arıyorum sanırım. Karakterlerin baştaki yalnızlıklarının, bir araya gelişlerinden sonra azaldığı; gelişen dostluklarıyla birlikte kendi kişisel hayatlarında da bazı çözümlemeler yaşadıklarını izlemek beni keyiflendiriyor. Bu dizide bunu bulmak da hoşuma gitti açıkçası. 

        Ve müzikler.... Bir diziyi ya da filmi benim için özel kılan şeylerden bir tanesi de müzikleridir. O yapıma dair zaman içerisinde birçok şeyi unutsam da müziklerini sevdiysem çevirir çevirir dinlerim. Bu dizinin müziklerini de çok sevdim. Çekimlerin daha çok Arconia apartmanında geçtiğini düşünürsek görsellik açısından da zengin olmayı başarabilen hoş bir yapım olmuş. Gizemli, samimi, biraz komedi, azcık da tuhaf bir dizi arayanlara sevgiyle öneririm. İyi seyirler şimdiden ! :))

         

       

30 Nisan 2023 Pazar

Bir Film ve Bir Şarkı

         İzlediğim bir filmde etkilendiğim, kafede  sohbet ederken ya da yemek yerken dinlediğim müziği araştırma gibi bir huyum vardır. Telefonumda da bunu destekleyen en az iki uygulama :) O müziği bulur ve farklı zaman ve yerlerde tekrar tekrar dinlerim. Ne hissettirdi bu şarkı bana? Nereye götürdü? Neler vaat etti dinlerken... Youtube'da yorumlara bakarım. En sevdiğim şeylerden bir tanesidir bu. Yorumlara bakarken,  müziğin kalbe dokunan, oradaki acıyı ve mutluluğu araştıran, hissiyatları konuşma ve paylaşma isteği duyuran yanını görürüm. Öyle ki, bazen okuduğum bir yorum işimin gücümün arasında ağlatır beni. Kimi zaman da olmadık yerlerde kahkaha atmamak için dudaklarımı ısırır içime içime gülmek durumunda kalırım. Her halükarda, müziğin gücü karşısında hayranlığımı gizleyemem. Başka kültürlerden, başka yaşantı ve dünyalardan insanları alır içine ve "Vaay bee, aslında ne kadar benziyoruz birbirimize." hissiyatını doğurur.


         Son zamanlarda sürekli karşıma çıkıyor "Eternity and a day" Filmi ve şarkısı. Belki bir on sene olmuştur izleyeli. Fırsatını bulursam tekrar izlemek istediğim bir filmdir kendisi. Merak ediyorum, şimdi hangi hissiyatlarla izleyecek hangi noktalara dikkat edeceğim. Öyle ya, hiçbirimiz kalmıyoruz aynı yerde. On sene önceki ben ile şimdiki ben daha farklı ele alıyor yaşamı. Bir nevi kendime de dışarıdan bakma, kendi kişisel tarihim içinde  yaşam perspektifimi inceleme şansı da veriyor bu bana. O zaman beni etkileyen bir şarkıyı, artık nerede duyup ne hissettirdiyse bana, burada paylaşmaya başlayayım diyorum. Kimbilir belki aynı hissiyatlarda buluşuruz ya da başka bakış açılarını duyumsama fırsatı elde ederiz. 

        "Eternity and a day" i ne zaman dinlesem filmdeki gri dünyaya gider, orada hüzünlenirim. Beraberinde derin bir anlayışı da getiren hüzünlerdendir bu. Güzeldir, olmasını istediğim halidir. Ruhun incelmesi, köşelerin sivriliğinin giderilmesi için güzel bir yontma yöntemidir. Önerilesidir.

Eternity and A Day- Eleni Karaindrou

26 Mart 2023 Pazar

Yaşasın Cumartesi Günleri!

     "Ne güzel bir cumartesi... "

     Bu sabah uyanıp gökyüzüne baktığımda böyle dedim içimden. Ve mutlu oldum. Öyle uzun zamandır  kalbimde bir ağırlık hissiyle yaşıyordum ki, günler ay, geçtiğimiz bir ay da yıl gibi geldi. İnsan hüznün içinden geçerken, otomatik pilotta yaşayıp göremiyor doğan güneşi, uyanan yeryüzünü. Nitekim, bir süredir ben de farkında değildim. Alışık olduğum, bildiğim rutini sürdürüp uyuyup uyanıyordum. Günler birbirini tekrar edip dururken, farklılığı belirleyen şey bebeğimin o günkü hal ve hareketleri oluyordu. 

      Farklılık demişken....Yürümeye başladı bizimki dostlar! :)) 17 ay biterken bizim kız hiç yürümeyecekmiş gibi geliyordu. Ben bu konuda çok rahatım, doktorumuz gelişimi gayet yolunda dedikten sonra takılmıyorum ille şu zaman şunu yapacak diye. Amaaaa... Bu büyükler yok mu büyükler :) Hele de çevrelerinde benzer yaş grubunda bebeklerin yürüdüğünü görüyorlarsa kaygılanıyorlar, her aramada soruyorlar. Ben bu konuda tavrımı net ortaya koyduğumdan olacak, beni değil eşimi darlamışlar biraz. Ben sonradan öğrendim. Sonuç olarak, kızımın yürümesi yüreklere su serpti :)) 

       Bu arada bir bebeğin gelişimini izlemek, ona eşlik etmek çok acayip bir duygu. Yürüme meselesini ele alalım mesela. Önce bacaklarını güçlendiriyor, deniyor. Ellerinden güç alıyor emekliyorsa, sen yanındaysan biraz daha cesur denemeler yapıyor. Sana tutunuyor. Miray elleri ve ayakları üzerinde köprü kurarak dolaştı bir süre etrafta. Temkinli olduğu için çok dikkatli denemeler yaptı. Düştü kalktı, düştü kalktı. Her küçük ilerlemedeki o mutluluğu , o küçük elleriyle yaptığı alkışlar... Çok tatlıydı. Bizim dışımızda başka şeylere güvenmeyi denedi sonra. Kenarlara tutundu, yürüme arkadaşıyla keşfetti biraz da etrafı. Kimi zaman geri dönüşler yaşadı, daha fazlasını yapabiliyorken sadece emeklediği günler oldu. Sonra bi baktık ki, babadan bana doğru bir tedirgin adım atmış. Bir başka gün ikincisi, sonra üçüncüsü... Şimdi ara ara yine tutunarak, ama genelde kendi başına keşfetmeye çalışıyor dünyayı. Gökyüzünde uçan her kuş, dışarıda gördüğü her kedi ve köpek onun şaşırma ve alkış yapma nedeni... 

        Ben de onunla birlikte yeniden öğreniyor ve keşfediyor gibiyim dünyayı. Onunla birlikte yavaşlamayı ve kendime zaman tanımayı öğreniyorum. Bebeğimin yürüme süreci, konfor alanından çıkıp yeni bir şeye adım atarkenki süreç gibi mesela. Güçlü olduğunu düşündüğün yanlarına dayanarak ayağa kalkmak önce, o ilk adımı atana kadar bir süre düşüp kalkmak güç almak çevrenden, bir şeylere tutunmak. Sonra tekrardan düşmek. "Yok ben yapamayacağım, ne işim var benim burada. Kalayım yerimde, güvenli bildiğim alanda. " Deyip geri dönüşler yaşamak ve sonra yeniden ayağa kalkmak. O ilk adımı korkak ve tedirgin de olsa atmak. Düşmek. Sonra tekrar denemek. Sonsuz tekrarlar neticesinde de yürümeye başlamak artık. Nasıl ki bir bebek ha deyince yürümüyor, biz de yeni bir yola girerken ya da yeni bir şey denerken öyle birden olduramıyoruz isteklerimizi. 

         Eskiden, bebeğimden evvel daha çok vaktim varken; hızla yanından geçip gittiğim, farkında olmadığım şeyleri şimdi görüyor olmak da çok güzel bir duygu. Bu sabah Miray'ı dışarı çıkardık ve onunla birlikte kuşlara sevindik, kedi gelip kendisini sevdirdiği için teşekkür ettik ona. Sitenin bahçesinde rengarenk çiçekler açmış, kimisi tomurcuklanmış. Doğanın uyanışına tanıklık ettik hep birlikte. El çırpıp "Alkıış" Dedik doğaya, ne olursa olsun doğa bildiği işi yapıyor, işine bakıyor. Aferin ona! :)) 

        Sizler ne durumdasınız, nasılsınız bilmiyorum. Ama bi alkış da bize olsun be! Üst üste neler gördük neler yaşadık. Salgın hastalıklar mı; sel felaketleri, yangınlar mı, depremler mı görmedik. Özel hayatlarımızdaki sarsıntılar şöyle dursun, payımıza düşen acıyı yaşadık ve de yaşıyoruz. Ve fakat düşe kalka, ağlaya güle yeni günü karşılıyoruz. Güneşi görünce dayanamayıp atıyoruz kendimizi dışarı ve umut edip hayal kurmaya devam ediyoruz. İnsanız işte, acılarımızı cebe atıp doğamızı yaşıyor işimize bakmaya çalışıyoruz. Hepimize alkıııış :)) 

Stay High



       

       

9 Mart 2023 Perşembe

 

         Annemleri ziyarete gitmiştik memlekete, Osmaniye'ye. Annem daha gittiğimiz ilk gün, ne kadar süre kalacağımızı uzatıp uzatamayacağımızı sordu beklenti dolu gözlerle. Uçak biletini çoktan almıştık, uzatamazdık. O an üzüntüyle  de olsa " Olsun 13 gün kalacaksınız ya, buna şükür!" dedi bize. "Ev" yazımı yazdım oradayken. Ev'de olmak beni hep farklı biraz da hüzünlü hissettirirdi. O gece o yazıyı yazarken de öyle hissediyordum. Çocukluğum ve ergenliğimle el ele tutuşup gökyüzüne bakıyordum ve "Hayat ne garip!" diyordum...  Dönüş yolu de zor geldi bana. Bir yanım Bursa'daki evimi çok özlemişti ama bir yanım da dönmek istemedi. Annemin babamın yanında yeniden çocuk olabilmek ne büyük bir lütuftu! Yetişkin hayatıma temelli dönmek gibi geldi eve dönmek. Ama döndüm. Hepimiz ağladık, vedalar büyüdükçe daha da mı zorlaşıyordu ne?

        Döndükten bir gün sonra, gece Miray'ın ağlamasına uyandım. Onu kucağımda uyuturken telefona bakayım dedim. Deprem haberini gördüm, baktığım sayfada "Kahramanmaraş merkezli 7.8 "diyordu deprem için. "7.8 mi? Ne? 7.8 mi?!" Miray'ı yatağa koyarken eşime söyledim. O da uykuyla algılamamış olacak ki, " Sabah ararız annenleri. Şimdi uyuyorlardır." dedi. Yanlış haber olması umuduyla, ellerim titreyerek annemi aradım. Çaldı, çaldı, çaldı. Annem sonunda açtı. Sesi titriyordu. "Merve'cim çok kötü bir felaket oldu. Ama biz iyiyiz kızım. İyi ki gitmişsiniz, iyi ki burada değilsiniz.  Kendimizi zor attık dışarıya, depremler devam ediyor. Arabadayız. Şarjım az, kapanabilir." dedi. "Ohh, çok şükür. Tamam." diyebildim. Sonra kapandı.  Şanslıydım, o telefona cevap verebilen bir ailem vardı, yaşıyorlardı. Seslerini duymuştum. Sonraki günlerde bunun değerini o kadar iyi anladım ki... 

       Bu depremde çocukluk arkadaşımı, sevdiğimiz aile yakınlarımızı kaybettim. Dünyalar tatlısı bir ailenin yok oluşunu kabullenmek halen zor geliyor. Çocukluğumun, ilk gençlik yıllarımın geçtiği eve veda etmişim, farkında değildim.  Deprem ve sonrasında yaşananlar kabuslar silsilesi gibi. İnanması güç, çok acı. Hüzün, öfke, utanç, kaygı sarmalında geçen koca bir ay. Ülkece koca bir yası paylaşıyoruz. Hepimiz farklı derecelerde farklı şekillerde yaşıyoruz yasımızı. 

     Her olaydan felaketten sonra umut etmeye iyimser bakmaya elverişli yapım bu sefer biraz zorlanıyor, itiraf edeyim. Yine de bunca acıyla birlikte yaşamaktan, umut etmekten başka neyimiz var elimizde? Bilmiyorum. Geride çocuklarımız, gençlerimiz var... Yaşanacak günler, baharlar var. Umarım bari bu sefer ders alınır yaşananlardan, insanımız bu topraklarda insanca yaşar. Sağlam evlerinde, güvenle huzurla yeni günlere açarlar gözlerini. Umarım ülkece yeniden güldüğümüz, bir arada olduğumuz, birlikte ateş yakıp baharı karşıladığımız, umut ettiğimiz günlerimiz olur. Bir yerde okumuştum, "Felaketler hep olur. Felaket olduğunda yardım eden insanlar hep olacaktır. Sen oralara odaklan" diyordu. Ne mutlu ki, kötü örnekler bir yana ne güzel insanlarımız var! Hepsinin yüreklerinden öperim.

"Öyle yıkma kendini,
   Öyle mahzun, öyle garip...
   Nerede olursan ol,
   İçerde, dışarda, derste, sırada,
   Yürü üstüne - üstüne,
   Tükür yüzüne celladın,
   Fırsatçının, fesatçının, hayının...
   Dayan kitap ile
   Dayan iş ile.
   Tırnak ile, diş ile,
   Umut ile, sevda ile, düş ile
   Dayan rüsva etme beni.
   Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
   Namuslu, genç ellerinle.
   Kızlarım,
   Oğullarım var gelecekte,
   Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
   Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
   Gözlerinden,
   Gözlerinden öperim,
   Bir umudum sende,
   Anlıyor musun ?"
   (Ahmet ARİF- Anadolu şiiri)
Erkin Arslan- Mesopotamia

1 Şubat 2023 Çarşamba

Bir Klasik Eser : Balzac- Goriot Baba

 
    

        Goriot Baba eskiden beri okumak istediğim bir kitaptı. Daha evvel Balzac'ın " Otuzunda Kadın" ve "Vadideki Zambak" kitaplarını okuyup çok beğenmiştim. Klasik türde eserleri çok ayrı bir yere koyarım ve elimden geldiğince onlara özel bir zaman ayırırım. Çok seveceğinizi hissettiğiniz, merak ettiğiniz bir filmin hiçbir saniyesini kaçırmak istemezsiniz, tüm dikkatinizi ona verirsiniz ya izlerken; heh klasik kitapları da bu ciddiyet ve özenle okumaya gayret ederim. 

        Şimdi ben kitabın içeriğinden çok, okurken bana ne hissettirdiğine değinmek istiyorum. Tasvir seven, insan ve yer tahlillerinden keyif alan insanlar eminim ki bayılacaktır bu kitaba. Çünkü betimlemeler ve tahlillerin oldukça yoğun ve başarılı bir şekilde ele alındığı bir kitap bu. Dolayısıyla sakin, odaklanabileceğiniz bir yerde kitabı okumanızı tavsiye ederim. Küçük bir bebişim olduğundan, bu özel zamanları kendime ayırmak için uğraşmam gerekti diyebilirim :)) 

         Kitabı okurken sorguladığım şey bence Balzac'ın da üzerinde kafa yorarak ele aldığı bir konuydu: Aşırılık gibi. Goriot Baba'nın kızlarına karşı olan aşırı aşırı vericiliği, fedakarlığı... Kızlarının maddiyat ve şaşaalı yaşama aşırı bağlılığı... Kitabın geneli boyunca bu aşırılık beni yordu diyebilirim. Fransa'nın o zamanki silüeti, insan portreleri; ilişkilerdeki çarpıklıklar... Nasıl gerçekçi bir anlatım! Goriot Baba için "Balzac'ın İnsanlık güldürüsü" Demişti lisedeki edebiyat hocam. O nasıl bir karakterleri ince ince işlemektir üstadım dedim bazı yerlerde. Balzac'ın önünde bir kez daha şapka çıkardım. (Ayy bi de bazı yerlerde aklıma "Yaprak Dökümü" dizisinin Ali Rıza Bey'i geldi. Balzac nasıl tasvir ederse etsin Goriot Baba ile Ali Rıza Bey arasında bir bağ kuracak artık bu zihnim. Bu arada Ali Rıza Bey'i nasıl sevemediysem Goriot Baba ile de tüm hüznüne rağmen bağ kuramadım. ) 

        Karakterlere karşı derin bir sempati besleyemesem de kitabı sevdim. Kitap bittiğinde üstümde garip bir ağırlık hissettim. Bazı kavramlar, tasvirler gün içerisinde halen zihnimi meşgul ediyordu. İşte klasik kitapların büyüsü de biraz burada bence! Öyle tasvirler, tahliller yapıyor ki yazar, yüzyıllar sonra bile insanları etkiliyor, düşündürüyor. Sözlerime kitaptaki beğendiğim bir sözle son vermek isterim.
 
"Kurumuş yürekler görmek mi daha ürkütücüdür, 
Boşalmış kafatasları görmek mi, 
Kim karar verebilir? "

28 Ocak 2023 Cumartesi

Ev

    

      "Babam ve Oğlum" da bir replik vardır: "Ona bir oda ver baba, gidecek hiçbir yeri yok. bir evi olsun, istediğinde çıkıp gidebileceği, geri dönebileceği... " Böyle bir şeydi. "Ev"in anlamını sorduklarında bu repliğin verdiği hissiyatı anlatmak isterdim sanırım. 

        Ne zaman annemleri ziyaret etmek için memlekete gelsem garip hissiyatlar, yeni anlayışlar, değişimlerle karşılaşıyorum. Tabi bazı şeyler de inadına değişmiyor, o değişmeyen tanıdıklığa sarılırken kendi çocukluğumu, gençliğimi de kucaklıyorum.  

     Bu sefer evimin neşesini de getirdim buraya, bebişimi. Annemin babamın nene-dede oluşlarına şahitlik etmek çok güzel bir duygu. Babamın bebeğimle bir çocuk gibi oyunlar oynaması, dışarıdayken bile özlediği için görüntülü arayıp torununun gülüşünü görmek isteyişi çok tatlış geliyor. Babam bebeğime böyle güzel yaklaştıkça sanki benim çocukluğumdaki bazı yaralarımı da okşuyor.


      Annemin vericiliğine, anaçlığına, Miray'ı severkenki hassasiyetine bakıyorum. Miray ağladığında bir an evvel sakinleştirmek isterkenki o çaresiz panik havasına şahitlik ediyorum. Öyle ya, 18'inde evlenip 19'unda ilk bebeğini kucağına almış annem. Daha 25'ine gelmeden üç çocuğu, kocasının ailesi tarafından kabul görmeyişinin verdiği yük, bu desteksizlikle ne yapacağını bilememenin çaresizliği varmış.

       Sonra babamın anne babasına yani nenemle dedeme bakıyorum. Dedem çok hasta ve bu sefer daha da küçülmüş daha muhtaç buluyorum onu. Yüksek tansiyon hastası ve artık çoğu şeyi unutuyor yaşlılıktan. Ama beni ve kucağımda Miray'ı birlikte görünceki gülüşü aynı çocukluğumda hatırladığımdaki gibi. Sanki kucağımdaki bebeğe rağmen desem ki: " Dedem ya, salıncak kursana bana bitane sallansam. " diye, O gözlerindeki sıcaklığın kaynağı neyse oradan güç alacak, gençleşiverip o salıncağı bana kuracak. Kızkardeşimin çadırını da yapacak hemen yanıbaşına.


       Öyle ya, onun kurduğu salıncakta az sallanmadım. Düşününce ne güzel bir çocukluk... O salıncakta sallanırken gökyüzüne değmeğe çalışırdım. Tepedeki en güzel ağacı salıncak için seçerdi dedem çünkü. Alabildiğine gökyüzü manzarası yani. O manzarada geleceği düşünür hayal kurardım. Annemi bir türlü kabullenmeyen insanların bizleri bu kadar düşünüp sahiplenmesi ne garipti! Hâlâ da garip! Bir gökyüzü manzarası nelerin şahidi...


       Uzaklaşmak iyi gelmiş diyorum bazen, uzakta olunca bazı konuları insan daha farklı ele alabiliyor. Nitekim ben de çok düşündüm o süreçte. Kendi içimde kabullenişler, helalleşmeler, yüzleşmeler yaşadım. Sonra gündelik koşuşturmacalara kendimi kaptırdım. Ama her eve gelişimde yeniden başlıyor gibi hissediyorum. Yeniden başlayıp farklı ele alıyorum. Sanki ben her eve gelişimde kendimi yeniden yeniden doğuruyorum.

9 Ocak 2023 Pazartesi

Öfke'me Övgü

     
         Her ailede "dik başlı, inat, deli" Diye tabir edilen bir birey vardır. Bizim ailede o kişi bendim. Yani bir türlü de anlam veremezdim. "Niye bana böyle söylüyorlar ki ? " Diye düşünürdüm. Ağabeyime ya da babama baktığımda hatta anneme e onlar bana göre daha sinirli yapıda insanlardı, ben okulda öğretmenlerim tarafından olsun, arkadaş çevrem tarafından filan hep "Sakin, neşeli" Diye tabir edilen bir insandım. Bak lisenin son günü gömleğe imza attırma geleneği vardı, benim gömlek halen durur. Oraya bile yazmışlar yani. ( Anlattığımı inanılır kılmak için verdiğim örnekler :)) 
       İnsanın kendine dair keşfi bitmez ama kendini tanıma evresi diye bir evre de vardır; heh işte, o evreye kadar kendisini tanımlarken çevresinin dediklerinden de çok etkilenir. Ben de uzun süre kendimi öfkeli biri olarak gördüm. E öfke bizim gibi kültürlerde kadına yakıştırılan bir özellik değildir ya, erkekler vara yoğa sinirlense yeridir. Yakıştırılır bile hatta.  Bir kadın olarak bana öfkeli olduğum söylendiğinde ben de haliyle kendime :" Ben sorunlu biri miyim ki yaa? " Diye sorardım önceleri. Hatta sonra psikolojik danışman oldum ve bu sefer üstüme  büyük bir baskı daha eklendi: " Nasıl bir psikolojik danışmansın sen öyle? " Denmeye başlandı. Haliyle ben kendimi o açıdan da sorgulamaya başladım. 
       Sonra sonra taşlar yerine oturmaya başladı ve rahatladım. Peki neydi öğrendiklerim? 
       Öncelikle öfke normal, insani bir duygu.  Duyguları olumlu olumsuz diye ayırmak ne kadar yanlışsa, öfkeyi de olumsuz duygular kategorisine koyup dışlamak o kadar yanlış. Her duygu gibi, öfkenin de bir işlevi var yaşamımızda. Bize bir şey anlatıyor. "Bak benim kişisel alanıma çok giriliyor şu an, kızıyorum. " Diyor bazen. Ya da bazen alttaki başka bir duygunun görünen yüzü olabiliyor. Beklentilerimiz karşılanmadığında ve hayal kırıklığı yaşadığımızda, sevdiğimiz kişi için endişelendiğimizde karşıya geçen duygu "öfke" Olabiliyor. 
         Fiziksel belirtileri de kişiden kişiye değişiklik gösterse de vücut ısısının artması, avuç içlerinin terlemesi, kasların gerilmesi vb. Gibi belirtiler oluyor ki ben çok öfkeliyken gözlerim dolar mesela ve sesim titrer konuşurken. Öfkeli yanımı kabul etmediğim zamanlarda daha sık yaşardım bunu ve nefret ederdim böyle görünmekten :) 
         Demem o ki,  senin öfkeni bedeninde nasıl yaşadığını fark etmen çok değerli. Ya da öfkeni fark edip sana verdiği mesajı keşfetmen... 
       Çok öfkeliyken bu saydıklarımı yapmak pek mümkün değil. O yüzden o an için konuşmak ya da bir şey yapmak zorunda olmadığını bilerek çık o ortamdan. Git bi nefes al. Başka şeyler düşün. Bazen beni çok öfkelendiren bir mesele, bir süre sonra o kadar da önemli bir mesele olmaktan çıkıveriyor. Olayın sıcaklığı bi geçsin. Bir de sular durulunca bak manzaraya. Ne görüyorsun? 
       Öfkemi fark ettim ve bana verdiği mesajı da keşfettim, peki ya sonra? Sonrası öfkenin sana verdiği mesaja göre hareket etmek olacak. Sevdiğin kişi senin kişisel alanına fazla mı müdahale etti? Keşfin buysa, bunu sevdiğinin de algılayacağı ve kabul edeceği sınırlar içerisinde ona nasıl ifade ederdin?  "Küstüm, oynamıyorum" demek, trip atıp karşı tarafın anlamasını beklemek de bir seçenek. Ama işlevsel seçenekler değil, yetişkince bir davranış da değil. Hem kendi duygunu karşı tarafın anlamasını beklemek bana biraz şey gibi geliyor, sanki kendini pasif bir konuma koymuşsun, karşı tarafa da gereğinden fazla yük yüklemişsin gibi geliyor. Herkes kendi duygusundan sorumlu ise, öfkeni de sahiplen ve sen anlat karşındakine. Ne bekliyorsun? Neyi istedin de olmadı? Peki bundan sonrası için neyin olması seni mutlu eder? 
         Zaten bu aşamalardan sonra karşındakinin tavrı da aradaki ilişkinin seyrini ve şeklini şekillendiriyor. Bak bakalım, nasıl gidiyor? 
        Beni soracak olursan, ben aslında durduk yerde sinirlenen, öfkeli bir tip olmadığımı zaten biliyordum. Ama öfkeli yanımın hayatımda bana verdiği işlevselliğe de şükran duymaya başladım. Kolay kolay öfkelenmeyen bir insanım. Çünkü kendimi karşımdaki kişiye ifade etme noktasında açık bir insan olduğumu düşünüyorum. Şeffafımdır yani, söylerim güzelce. Ama baktım ki alanıma fazlaca giriliyor ya da ortada adaletsiz bi durum var o zaman karşımdaki kişi kim olursa olsun sınır çizme noktasında öfkem beni cesur kılıyor diyebilirim. 
       İstiyorum ki, sen de bi bak bakalım öfke konusunda ne düşünüyorsun? Öfkeyi yaşama şeklin nasıl? Hayatındaki işlevselliği ne? 
P. S. : Kız kardeşim bana bi video attı bu akşam ve : " Öfkelenince sen. " Yazmış :)) Bu yazı da oradan çıktı. Videoyu hemen şuraya iliştiriyorum: